Otele gidiş:

Otele nasıl gideceğim üzerine çok kafa yormuştum çünkü elimde bavulla ortada kalmaktan korkuyordum. Uçağa girmeden önce kuyrukta oraya gezi amaçlı giden bir aileyle konuşmuştum, yakın yere gittiğimiz için taksiyi bölüşebileceğimizi söyledim. Uçaktan çıkışta kuyruğun sonunda kaldığım için onları bulamadım fakat bu sefer kuyrukta iki tane Türkle tanıştım. Biri Uludağ üniversitesinden Erasmusla gelmiş, bir yıl geçirmiş Budapeşte'de, şimdi de arkadaşını gezdirmeye gelmiş. "Ben de Bursalıyım!.." diye sevinçle söze girdim, otele gitmede yardım istedim. O da aynı yere gidiyormuş. Biz konuşurken daha önce yardım istediğim Macar amca da beni arabayla son otobüs durağına kadar bırakıp metroya bindirebileceğini söyledi. Adam güvenilir birine benziyordu ama hemşehrimle gitsem daha iyi olacaktı çünkü ondan daha fazla şey öğrenebileceğim gibiydi (şehir, metro durakları, gezilcek yerler vs.) ne de olsa Türkiye'den geldiğim için neye alışkın olup neye olmadığımı da biliyordu. Amcaya teşekkür edip ("I'm scared.. scared of getting lost" gibi salak bir cümle de kuraraktan.) hemşehrilerimle gittim.

Önce hava alanında metro bileti almak için biraz para bozdurduk. Hava alanı epey kazık, 10 euro veriyorsun 8 euro alıyorsun öyle söyliyim. Sonra tourist information center'dan 2 tane bilet ve Budapeşte haritası aldık. (Bu tourist information centerlar hayat kurtarıyor gerçekten.) Sonra havaalanının önündeki Köbanya-Kispest otobüsüne bindik. Bu arada çekerken bavulun uzayan sapının yarısı koptu, bavula yapışık saptan çekmeye başladım.

Hani şu ekşi sözlükte bulunan "Avrupa'da beleş metroya/otobüse binme teknikleri" diye bir başlık var ya çok tepki toplayan. Hah işte o tekniklerdeki mantığı kaptım sonunda. Bizim akbil bastığımız veya bukart okuttuğumuz alet burada şoförün arkasında bir yerlerde (veya otobüsün arka kapısının girişinde). E koyaydınız ya şoförün önüne kontrol edeydi o. Bazı kişiler otobüse bindikten sonra şoföre bir kart gibi bişi gösteriyordu ama niye böyle yapıyorlar onu da anlamadım, şoförün umrunda değil ki. Neyse 1 günlük gözlemimle adamları yargılamayayım, bi bildikleri vardır elbet.

Dışarısı günlük güneşlik, yemyeşil, değişik değişik binalar, binaların üzerine acayip acayip graffitiler.. Daha fazla bir şey yazamıyorum çünkü bu yolculuğu yapalı 6 gün oldu, dışarısı güzeldi ama :D Son durakta indik ve metroya bindik, metro durağının ismini de hatırlamıyorum hede hödö bir şeydi. Bir dahaki gelişimde öğrenirim artık.

Siz siz olun madem yurtdışında yaşayacağım ve 30 kilo götürme hakkım var, hepsini kullanayım bari demeyin. Metroya giderken bavula yapışık olan sap da koptu. Bavulu iterek götüreyim dedim, tekerleklerden biri de gevşemiş, tam oldu. 30 kiloluk bavul ne taşınıyor ne sürülüyor. Metroya arkadaşların yardımıyla zar zor soktum ama metrodan indiğimde yürümem gereken 400 metre falan vardı, yol boyunca onu düşündüm. 

Arkadaşlar indi, ben Hösök Tere (Heroes Square, kahramanlar meydanı) durağına kadar gittim. Ve indim. Kahramanlar meydanı ilk görüp resim çektirmek istediğim yerdi, fakat benim için o an eziyetin başlangıcı gibi göründü. Kahramanlar meydanı ve şehir parkı manzaralı bir işkence çektim. Bavul ne itiliyor ne çekiliyor ne taşınıyor. Ben hepsini sırayla yapıyorum. Çevreden insanlar bakmadan geçip gidiyor, o an kendimi onlara çok yabancı hissediyorum. (E öyleyim zaten.) Yardım da istemiyorum çünkü bavulu tutacak sadece bir yer var (ikincisi koptu) ve insanlara hamallık yaptırmaktan başka bir şey olmayacak yapacağım şey. Sonunda taktiği buldum, bavulu tek tekerleğin üzerinde sürerek götürdüm. 
Otellin tabelasına baktım ama girişi göremedim. Çok yorgun olduğumdan "Daha fazla arama yapamayacağım diyip." etraftan geçen bir Macarı çevirdim. (Aslında bavulu bırakıp girişi arayabilirdim ama yorgunluktan aklıma gelmedi.) Adam İngilizce biliyordu, otelin yerini sorup adresi gösterdim, adresi sallayıp direkt otele telefon açtı. Sordu, sonra bana giriş şu arka tarafta herhalde dedi gitti. Macarlar yardımsever görünüyorlar ve İngilizce biliyorlar (en azından Peşte'dekiler). Metroda bizim başka bir dilde konuştuğumuzu görünce "If you don't know where to go, I can tell you." diyen bir amcayla da karşılaşmıştım. 

Otel:

Otel daha doğrusu hostel evden bozma bir yerdi. Resepsiyondaki bayan forintle mi euroyla mı ödeme yapacağımı sordu sonra 14 euro aldı ve beni odama götürdü. Odaya son derece dar ve alçak merdivenlerle çıkıyordunuz (ikinci kat değil yani) ben bavulu merdivenlere sığdırabilirmiyim veya kapıdan geçirebilir miyim onun telaşına başlamıştım. Resepsiyonist abla yardım etti de başarabildim. Odaya baktım. Odada sadece bir yer yatağı var, bir eski ahşap ve küçük dolap var başka da bir şey yok. Ama en ucuz tek kişilik oda buydu, başka da bir şey olması beklenemezdi zaten. Hatta hostelz sitesinde power socket de yok yazıyordu ama varmış, sevindim. Ablaya dedim sıcak su var mı, var gelin göstereyim her şeyi dedi. Sonra mutfağı gösterdi, tuvaletleri ve banyoyu gösterdi ve that's it dedi. Şaşırmıştım çünkü tuvaletler mutfağa bitişikti ve banyodan çıkıp odaya gitmek için mutfakta şov yapmak gerekiyordu. Enteresan. Sonra odaya gittim. Bizimkilere geldiğimi haber ettim. Dışarıda misafiri olduğum ilk Avrupa şehri güzel bir havayla beni bekliyordu. Kendimi dışarı attım.

Peşte:

Otel direkt şehir parkının karşısındaydı, ben de doğal olarak şehir parkını dolaşmaya koyuldum. (İsmi Varoşliget) Badminton oynayanlar var. 2'şerli 3'erli köpek gezdiren insanlar var. (Bu olayların üzerinden 2 hafta geçtiği için insanların neler yaptıklarını da tam hatırlamıyorum.) Parkın hemen karşısında bisiklet kiralama servisi vardı ama özel bir kart gerekiyordu, gönül isterdi bisikletle dolaşalım ama olmadı. Bu arada evet herkes bisiklet biniyordu. Yanımdan sürekli bisikletli birileri geçiyordu. Kaldırımla yol arasında özel bisiklet yolu vardı. 
Parkta ilk gözüme çarpan şöyle bir heykel oldu:



Üstteki George Washington. Altında da Tuğrul kuşu var. Benim için özel bir anlamı olan bu kuşla fotoğraf çektirmemek olmazdı tabii. Fotoğrafı da Çinli bir turist çifte çektirdim. Okuldan zevkine (ve not ortalaması yükseltmek için) Çince almıştım, az buçuk öğrenmişliğim vardı. Konuşmaya çalıştım ama beceremedim ehehe. Parkta daha başka turistler de gördüm, epey Asyalı vardı. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse o gün Budapeşte'nin kendisi, ya da en azından Peştesi, turist kaynıyordu, normalde de böyle mi bilmiyorum. Hava da epey sıcaktı. 

Burada oldukça güzel yapılar mevcut. Bazıları:




(Sonradan öğrendim ki yukarıdaki resim kale felan değil Budapeşte'deki en ünlü kaplıcanın dışıymış. İsmi "Szechenyi Györfurdu". İsim evlere şenlik. Bir dahaki gelişimde gittim. Şöyle bir yer: http://www.szechenyifurdo.hu/static/baths/8/vip_images/5-b.jpg?Sz%C3%A9chenyi%20gy%C3%B3gyf%C3%BCrd%C5%91)




Burada da oturuyorlar böyle, tam yaşlı yeri:



Parkta aynı zamanda müze de vardı, ama geç olduğu için kapalıydı, giremedim. Kahramanlar meydanına doğru ilerlerken metro istasyonu gördüm, aynı anda iki eleman çıkıp bana İngilizce Oktogona buradan gidebilir miyiz diye sordu. Evet ben de oraya gideceğim dedim (elimde harita olduğu için metro duraklarını biliyordum), hem şu euroları forinte çevirmek hem de yemek yemek için gitmem gerekiyordu. Belki bunlarla takılırım felan dedim. Nerelisiniz dedim biri Fransız biri Romanyalı çıktı. Metro geldi. Adamlar bir anda kahkaha atmaya başladılar. Dedim ne gülüyorsunuz. "Metro çok eski." dediler. Sonradan anladım ki bu adamlar Slovakya'ya hiç uğramamışlar.

Adamlar trenden indi ve arkadaşlığımız bitti, kaldım yine tek. Google earthten işaretlediğim döviz bozdurma bürolarını aradım. Fakat hepsi 8'den sonra kapanmıştı. Bir tane açık gördüm, parayı cüzdandan çıkarıyordum ki görevli bana "Can you hear me? Cloooooseeed!!!" diye bağırdı nazikçe. 

Döviz bürosu ararken yanlışlıkla şehri gezdim.

Andrassy ut diye ünlü ve eski bir caddeleri var. Zaten Peşte tarafındaki gezilcek yerler burada genelde. Caddeden Tuna'ya doğru yardım. Para yok yemek yiyemiyorum, zaten yememe gerek de yok Türkiyeden getirdiğim günkurusuyla karnımı doyurmuş durumdayım. Hunharca yürüyorum öyle caddede. Caddenin altından metro geçtiği için nerede olduğumu bulmak zor olmuyor. Bir de çok iyi düzenlenmiş, her yaya geçidinin başında ışıklar var trafik dert değil, ayrı bisiklet yolu var. Aslında bu biraz da şehrin dümdüz olmasından kaynaklanıyor, keşke Bursa da böyle olsa. 

Yürüdüm. Eski opera binasının yanından geçtim. Bir tane Török Etterem yani Türk restoranı buldum, (Türk restoranı değil bildiğin dönerci aslında) içeridekiler pek Türk'e benzemiyordu ama sordum yine de abi Türk müsünüz diye Türkçe bilmiyoruz dediler, ben de İngilizce döviz bürosu sordum, her yer kapanmış var mıdır bildiğiniz açık dedim, haritada bir yer gösterdiler ama uzaktaydı gitmedim oraya.

Yürürken epey büyük bi dönme dolap görüp caddeden çıkıp oraya gittim. 


Burası da park gibi bir alandı, insanlar oturuyor, konuşuyor takılıyorlardı. Ben yürümeye devam. Ardından bir de İştvan Bazilikasını da gördüm. Burası da insanların oturup takıldığı veya civardaki kafelerde bir şeyler içtiği bir ortam. Bazilikadan içeri girmedim malesef, bir dahaki gelişimde girerim.


Sonra yolumu bulamayıp etrafa yol sormaya başladım. Garip bir yer vardı böyle tuhafiye eşyalarının yol boyunca dizilmiş olduğu yer, başında da bir adam vardı, satıcıya benzemiyordu ama ne yapmaya orada bekliyordu bilmiyordum. Sordum adama x metro durağına nasıl giderim diye. Eliyle buradan gidersen buraya çıkar buradan da Andrassy ut'a varırsın. Andrassy ut'a vardıktan sonra metroya binmeni tavsiye etmem, 1870'e dayanan eski bir caddedir bu güzel havada yürümeni tavsiye ederim felan dedi. "Sakat olmaz mı" dedim yok olmaz dedi. (Zaten metroya binemezdim ya param yoktu.) Sonra bir de Tuna nehrine nereden gideceğimi sordum, gelmişken nehri görüp öyle döneyim dedim onu da tarif etti. İngilizcesi çok iyiydi adamın, dedim buradan mısınız diye evet dedi, "Your English is very nice" şeklinde komik bir cümleyle teşekkür edip Tunaya doğru yola koyuldum.



Tuna'ya gelince bir şey göremedim malesef, önümde raylar vardı. Karşıdaki binalara baktım. Artık 1.5 ay sonra dönüşte buraları gezecektim. Şimdilik macera bu kadardı. 

Dönüşte bir de Türk restoranına denk geldim. Fiyatlara euro değerlerini de yazmayı akıl eden tek yerdi. İçerideki insanların tipi "Ben Türk'üm huleeyn" diye bağırıyordu. Çok aç değildim ama akşam yemeği de yememiştim, selam verip girdim. Yemeklere baktım nefis. Patlıcan musakka ve ayran söyledim. Güzeldi ve malesef yurtdışında kaldığım süre boyunca yediğim son patlıcan yemeği oldu. Restoran sahibi abi ne için uğradığımı sordu ama sanırım başka Türk misafirleri vardı benle fazla konuşmadı. 

Sonra Kahramanlar meydanına doğru geri yürümeye başladım. Sokaklar boşalmıştı ama gece 12 olduğu halde hala bisiklet binenler vardı. Kahramanlar meydanını da gece pek insan yokken (1 çift + kaykaycı kız) gezdim. Macar kahramanlarının heykelleri vardı. Tököli İmre isimli lise tarih kitaplarından tanıdığımız Osmanlı yanlısı Macar kralı da vardı. 





Otele döndüm.

Zilina'ya varış:

Ertesi gün eşyaları toplamayı tam bitirmiştim ki hostel görevlisi geldi siz mi taksi çağırdınız dedi. Yok dedim. Ama benim ihtiyacım var kimse binmezse ben binerim dedim. Arandı durdu, anlaşılan bulamadı bana söyledi. Yalnız forintim yok siz bozar mısınız veya taksici euro kabul eder mi dedim dur sorayım dedi. Döndü ediyor dedi. Bu arada ben önceki gün hostel görevlisi bayandan bana taksi çağırır mısınız diye sormuştum, saati sorunca net olmayan bir saat de söylemiştim. Sanırım bu o taksiydi ya neyse. Yine zar zor bavulu taşıyıp taksiye bindim. Taksici İngilizce biliyordu, bunu "Stooop! I forgot something." diyince anladım. Döndük çantamı alıp geri geldim. Otobüse 15-20 dakika kala otobüs durağına vardık (amcayı "ne zaman varıcaz yahu otobüsü kaçırcam" diye kaygılarımı dile getirerek biraz sinirlendirmiştim.)

Bavulla imtihanım yine başladı. Zar zor otobüs terminalinin dışına bırakıp içeri girip otobüse bakınmaya başladım ama yazmıyordu. Bir kadına sordum, İngilizce biraz biliyordu, beni anladı ama o da bulamadı. Güvenlik görevlilerine sordum. İngilizce bilmiyorlardı, Informationa sor dediler. Oraya sordum. Aradığım student agencynin otobüsüydü. "Bu başka bir firma. Yardım edemem dedi." biraz zorladım sonra eliyle karşıyı gösterip sokağın karşısında dedi. Nası yani hangi sokağın derken yine "Kusura bakmayın yardım edemem." diye yineledi. Dışarı çıkıp ona buna sormaya başladım. Belki o da oraya gidiyordur diye Asyalı bir kıza sordum. Sonuç negatif tabii ki. Başka bir adama sordum, karşıdaki Groupama binasını göstererek "Şuradan otobüsler felan geçiyor ama emin değilim." dedi. Ben de emin değildim ve koca bavulu oraya taşımam imkansızdı. Birkaç kişiye daha sorayım dedim. 

Sandviç yiyen bir abi vardı, kısa boylu kavruk. Do you know English diye sordum, "Yeah, sure." dedi. Konuşmasından anladım ki adamın anadili İngilizce zaten. Adı David, Avustralyalı imiş. Sırtına da takmış sırt çantasını, tam "backpacker". O da Bratislava'ya gidiyormuş ama daha o da bilmiyor otobüsün nereden geleceğini. 15 dakika kaldı otobüsün gelmesine, adam rahat. Sandviçini bitirdi sonra önceden benim sorduğum güvenlik görevlilerine gidip "Where is student agency." dedi adamlar şak diye tarif ettiler. Kendimi bayağı salak hissettim. Kadının yolun karşısıyla neyi kastettiğini de anladım, caddeyi geçmeye gerek yokmuş hemen sokağın karşısındaki büfenin önüne gelecekmiş. Bu nasıl iş? Sonradan tecrübe ettim ki Student Agency bir Çek şirketi, Slovakya'da da RegioJet ismiyle iş yapıyor. Macaristan gibi ülkeler de "bizimle alakası yok." diye gurur yapıyor işte. 

David sağolsun bagajı taşımama epey yardım etti, hatta bagajın fazla tutacak yeri de kalmadığından direkt o taşıdı diyebiliriz. Altgeçitte "Dur ben bi yukarıyı kontrol edeyim buradan mı gelecekmiş otobüs." diye yukarı çıktı, ben ise bavulu gereksiz yere merdivenlerden çıkarmayayım diye merdivenlerin başında beklemeye başladım. Merdivenin başında mal mal durduğumu gören takım elbiseli bi adam bana ve baktı, "Hmm dur sana yardım edeyim." diyip tuttu bavulu çıkardı. Ne bavulmuş arkadaş daha anlatacak 2-3 günlük serüvenim var bu bavulla alakalı. 

Student agency otobüsü geldi. Muavin, daha doğrusu hostes abla çıkıp İngilizce duyuru yaptı. Sonra şişman bir amca (sanırım şoför) herkesin bavullarını yüklemeye başladı, bavullar için de herkesten 50 cent ekstra aldılar. Bu işlem hayli uzun sürdü. 

Otobüs epey rahat ve konforlu, android televizyonu da var içinde İngilizce filmler mevcut. Hostes yine anons yaptı, Çekçe başlayıp İngilizceyle bitirdi. Hepimize kemer takdırdı. Ben Slovakya'da otobüste veya arka koltukta hiç kemer taktığımı hatırlamıyorum ama bildiğim kadarıyla Almanya'da takmamanın 35 euro cezası var. 

3 saat yolculuktan Bratislava otobüs istasyonuna vardık. David'i gördüm, el sıkıştım "We made it." dedim sonra veda ettik. Zilina'ya gitmem gerekiyordu fakat nasıl gidebileceğim hakkında bir fikrim yoktu. Etrafta soracak biri de yoktu, turizm acenteleri kapalıydı, sadece Viyana otobüslerini ayarlayan kadının olduğu bölüm açtıktı. Mecburen gittim o kadına sordum, neyse ki biliyormuş, platform numarasını yazıp verdi. "Bileti nereden alacağım?" dedim, "Şoförden" dedi. Numarayı alıp kalkacağı yere gittim, fakat emin olmak için yine de birilerine sorayım dedim. 

Niyeyse gittim orta yaşlı bir kadına sordum. Kadın İngilizce bilmiyor, ben de mal mal Slovakça konuşmaya çalışıyorum ki dediğim şeyler "Otobüs? Zilina? Kırmızı?". Kadın bir şey anlatmaya çalışıyor, ona buna soruyor, tabelalara bakıyor ben de "Yahu zaten biliyorum buradan kalkacağını ne gerek vardı buna puff." diyorum diye kendime sinirleniyorum. Sonra telefonla konuşmasını yeni bitiren genç bir bayan "Excuse me can I help you?" diyor ve bitiriyor problemi. 

Bu sefer ki otobüs değişik, koca otobüs ama minibüs mantığıyla çalışıyor, muavin yok, herkes kendi bavulunu kendi yerleştiriyor, girişte şoföre parayı ödüyorsunuz, rezervasyon olayı yok, herhalde otobüsün dolup taşması gibi bir tehlike yok. Şoföre Slovakça "Kaç para?" dedim fakat cevabı anlayamadım, öndeki kadından yardım istedim, İngilizce biliyormuş sağolsun. 

Yol boyunca şoför paso çilekli su içti durdu. Adama hararet bastı herhalde, hava gerçekten çok sıcaktı.

Nihayet Zilina'daki otobüs terminaline vardık. Zilina'da otobüs terminaline bir daha sadece bir kere işim düştü (geri kalan zamanda hep tren kullandım.), ondan da Topfestten dönerken. Bu dönüşümde "Ya ben ilk geldiğimde bu otobüs terminali nerede diye hiç dikkat etmedim, nası döneceğim yurda." diye düşünmüştüm, sonra terminalden iner inmez otobüs durağının dibindeki tren istasyonunu görünce acayip rahatlamıştım. Bazı küçük şehirlerde böyle bir durum var, tren istasyonu terminale bitişik oluyor. 

Otobüsten çıktım, oturdum banka, staj koordinatörümü yani Jakub'u beklemeye başladım. Bilgisayarı da açtım geldim ben demeye çalışıyorum wifi'yla. Gelen geçene bakıyorum. Kısa boylu atletli bir abi geçti dedim acaba bu mu? İkinci kez geçince emin oldum, o da beni tanıdı. 

Kocaman bir kamyoneti var. Atladım kamyonete. Konuştuk biraz. Havanın bugün aşırı derecede sıcak olduğunu (31 derecede idi ama hissedilen daha fazladır tahminen) normalde böyle olmadığını falan söyledi. Oda arkadaşlarımdan bahsetti, Amerikalı iyi biri, Pakistanlı biraz soğuk gelebilir ama o da kötü biri değil dedi. Yurdun oraya geldiğimizde alt katta bir tane üst katta bir tane bar var, biz Slovakya'da çok içeriz muhabbetine felan girdi. Benim içim içmediğimi sordu ben de önemli günlerde içerim felan dedim.

Yurda girdik, 3 kişilik bir oda. 2'lik ranza ve bir de kanepe var. 3 kişilik odada 2 tane masa var, adalete gel. Tanıştım elemanlarla. Amerikalı 22 yaşında, makine mühendisi, Texaslı. Güleryüzlü bir tip. Pakistanlı'nın kaç yaşında olduğunu bilmiyorum ama Avusturya'da master öğrencisiymiş. Epey zayıf ve çelimsiz biri.


Açım ben, beni yemeğe götürün dedim ve dışarı çıktık.