Tarih: 14.01.2016

Yazıya başlamadan birkaç gündür farkettiğim bir şeyden burada bahsedeyim. Bu ülkede acayip bir Biri Bizi Gözetliyor durumu hakim. Örneğin öğrenci kartımı ortak alanlara girerken, bilgisayar laboratuvarına girerken, labı bırak fakülteye girerken, odama girerken, hatta ve hatta asansöre binerken bile okutuyorum. Çok büyük ihtimalle elimdeki kart sayesinde her hareketimi kaydediyorlar.

Her yerde bu tabela var:



Her yerde "CCTV sizi gözetliyor." tarzı uyarılar.

Pek korkutucu değil ama bu da var:



Yasaklar şehri falan tamam da, mahrem diye bir şey bırakmamış adamlar. Tamam gözetliyorsun da bari sürekli bunu belirtip sinir bozmasan?

Metroda yeme içmenin (su dahil) cezası:




fakat niye?

Uyarıların tonu çok sert ve kaba. Bunu nası anlatayım bilemedim. Yani sürekli "onu yaparsan cıs olur, bu çok kötü bir şeydir cezası x'tir adam olun." tarzı direktifler var her yerde.

Ama, her ne kadar yine kabaca olsa da, güzel şeyler de var. Örneğin etrafta bir sürü meyve suyu satıcısının bulunduğu yerde şöyle bir tabela var:


(Anlamı: meyvenin kendisi liflidir ve bu yüzden uzun sürede emilir, ayrıca şekeri azdır. dolayısıyla meyve suyundan daha faydalıdır.)

Eskiden televizyonda (sanırım bir Esra Ceyhan programında) görmüştüm, bilim adamı konuşuyor diyor ki "Meyve suları hep zararlıdır." ardından mecburen lafı değiştiriyor ve "Bakın büyük markalara laf atmıyorum, merdiven altı dediğimiz meyve suları hep zararlıdır."  Karşılaştırmayı siz yapın.

*

Sabah kahvaltıda kavurma makarna vardı (bkz: oha). Yine yemeğime gördüğüm her egzotik sostan kattım, yalnız kattığım şeyin pul biberli sos olduğunu farketmemişim (Türkiye'de salatayı 2 tatlı kaşığı pul biberle yiyen biri olduğum beyin algılamamışım attığım şeyin pul biber olduğunu ve acı olabilme ihtimalini, ülke değiştirdiğimi de unutmuş tabi). Sonuç: Öğlene kadar yanan bir mide, arada vaziyeti kurtarmak için alınan kalorisiz soğuk çayın tatlandırıcısız çıkması dolayısıyla tadının iğrenç olması.
Sabah kahvaltıda yine birilerine musallat oldum. Bugün sabah bir kayıt işim vardı sonra tüm günüm boştu gezecektim birkaç tavsiye aldım.

Kayıt işi dediğim öğrenci vizesine başvuru. Anlatmayayım çok sıkıcı. Oradan oraya bir şeyler çıkartmak için koşturtup durdular.

Odaya döndüm, whatsapptan mesaj çekmiştim şehre gidip gezicem gelecek var mı diye. Aklımda net bir plan yoktu. Erica diye bir kız vardı ben gelirim diyen. Onunla buluştum.

Erica isminin hakkını veren bir bağyan. Yarı Amerikan yarı Brezilyalıymış, bunu mutfak anlamına gelen cousine sözcüğünün telaffuzuyla cebelleşirken (kazın. kuzine? kuzin!!) öğrendim. İngilizceyi sonradan öğrenmiş. Çok iyi konuşamıyorum ilk geldiğimde benimle dalga geçiyorlardı diyor, bunları derken de öyle yardırıyor ki sanki arkasından timsah kovalıyor. Hele bi soluklan da ben de bir şeyler diyeyim. Harbiden kötüymüş İngilizcen diye söyleniyorum. Öğle yemeği için üç arkadaşıyla daha buluşuyoruz. İkisi de Asya kökenli olmak üzere biri Amerikalı biri Avustralyalı iki elemanla Alman olduğunu düşündüğüm fakat "Berkeley" tişörtü olduğundan bir şey diyemediğim bir başka eleman. Bana bakıp "Sen Türkiye'densin di mi?" dedi o eleman.
"Nası bildin ya?"
"Olm çok belli lan :D"
Evet Almanmış.
Anadili İngilizce olan 3 kişinin arasında kalınca perişan oldum, resmen her şeyden bahsediyorlar, ben söylenilenleri beynimde işlemeye çalışırken onlar öbür konuya geçiyorlar. Söylenilenleri yazamıyorum bile. Bir ara fraternity ve sorority diye gruplardan bahsettiler. Bunlar Amerika'da sadece erkekler/kızların alındığı gizli kardeşlik kulüpleriymiş, (NUS'taki yurt gruplarına benziyor.) Niye böyle bir ayrımcılık var? dediğimde dalga geçtiler. Merak edenler bunlar neymiş ekşiden baksın, benim pek ilgimi çekmedi. Parti yapmak için başka bir neden işte millete.

Ondan sonra önce havuza gidelim sonra Chinatown'a gidelim dediler ben de onlara uyayım dedim.

Singapur'un sembolü gibi bir şey olan Marina Bay Sands otelini ve tepesindeki havuzu görmediyseniz şöyle bir şey:



NUStaki özentiler de bunu taklit etmişler:


Hava havuz için pek elverişli değildi, çok kalmadık. Biraz Alman elemanla konuştum, "Türklerle iyi anlaşıyor musun?" diye sordum, "Sıkılana kadar." dedi (burada dublaj yok) (I'yı da gerçek bir Türk gibi telaffuz etti, kendine küfretmedi yani.) Ben de ona "Ich möchte şiş köfte." dedim ama anlamadı.

Bu arada öğrendim ki Erica da bilgisayar mühendisliği okuyormuş. Lanet olsun Erica, bu kadar mükemmel olmak zorunda mısın!? X'i alıyorum -Ben almıyorum, Y'i alıyorum -Ben almıyorum diye uzayan diyalogla umutlarım birbir sönerken en son şakasına "Bir de Çince alıyorum ehehe." yapınca "Ben de Çince alacaktım da en son seviye falan olacaktı dolayısıyla çok zor olacaktı almadım." cevabını aldım. Sonunda alternatif bir iletişim yolu keşfetmişken kızın Çince'de de yardırdığına şahit oldum. Ben daha kurduğu ilk cümlenin kelimelerini seçip cümleyi anlamaya çalışırken kız tezini bitiyor ikinci paragrafa geçiyor. Aferin yine Erica'ya.

Tam havuzdan çıktık Chinatown'a doğru yola koyulduk güneş açtı. Dedim "Asıl havuza şimdi girmeliydik terleyecez şimdi gezerken", evrenden hemen kısa mesaj geldi:


Şakır şakır yağıyor efendim durduramıyoruz.

Gruba birkaç tane Kanadalı katıldı. Beni acele ettirdikleri için şemsiyemi unuttum da bunlar da almamış. Bir de havuzdayken facebook gönderilerine bakarken Türk birini gördüm. Şu arkadaşı da çağırayım, zaten bunlardan bir şey anlamıyorum muhabbet etçek birisi olsun dedim. Ona da buradan selamlar.

Chinatown'a gittik. Chinatown'dan yağmur manzaraları:



Etraf:






Sonra bir Budist tapınağına girdik. (İsmini sonradan öğrendim: Buddha Tooth Relic Temple)



Tapınağın girişinde bir kazan var, millet orada tütsü yapıyor (yanan çubukları kazandaki kuma yerleştiriyor)




Girişte kızların üzerinde şort olduğu için onlara değişik bir şal gibi bir şey veriyorlar bellerine bağlaması için. Bana da kiliselerde şapkamı çıkarmamı söylüyorlardı.

Tapınaktan birkaç kare:










Gezerken kendimi Viyana kapılarında boş boş fotoğraf çeken Çinli turistler gibi hissetmeye başlıyorum. Budizm hakkında oldukça cahilim. Dolayısıyla gördüğüm hiçbir şeyi bildiklerimle ilişkilendiremiyorum. Demek istediğim Avrupa'da bir kiliseye girip tablolara bakıp "Aha İsa burada böyle acı çekmiş." falan diyebiliyorum. Burada ise şu resme bakıp:


 "Reha muhtara benziyor." diyebiliyorum anca...

Grubun büyük bir bölümü "Biz görüceğimizi gördük." diyip yurda dönmek üzere yola koyuluyor. Geriye ben, Türk arkadaş ve 3 Kanadalı kız kalıyor.

Kanadalı kızlardan esmer olanının anne babası Arapmış, savaş sırasında göç etmişler (Körfez savaşıdır herhalde). Öbür kızıl olanı ise yarı Arapmış. "Irakta savaş varken Türkiye babamı kabul etti, babam 2 yıl mülteci olarak yaşadı, sonra Kanada'ya göç etti, Türkler çok iyi insanlar diyor." dedi. Exchange'ini aslında Türkiye'de yapacakmış, kabul da almış fakat sonra ailesi (sanıyorum Ankara patlamasından sonra) Türkiye'nin güvenli olmadığı gerekçesiyle fikir değiştirmişler. Üçüncü, sarışın olan Kanadalı'nın ise yarı Alman yarı Yunanmış. Saç renklerini isimleri ifşa etmemek için vurguladım.

Sarışın olan bizi "boş boş gezme" aktivitesinden kurtarıyor. Singapurlu bi amca "merak ediyorsanız size anlatayım" demiş ona o da olur demiş. Tapınak hakkında bilgi vermeye başladı. Anladığım kadarıyla aktarayım.

Çin takvimi aya göre düzenlenmiştir. Bayramlar miladi takvime göre sürekli değişir. Yeni yıl şubat sonu gibi gelir. Öbür adı da bahar bayramıdır.
Çin burçlarında 12 hayvan vardır ve bunlar yıllara göre dizilmiştir. 95'li arkadaşlar siz domuzsunuz hayırlı uğurlu olsun.


Her burcun bir Buddha'sı var, o burcun insanları o Buddha tarafından korunuyormuş. (Yukarıdaki neyi koruyordu unuttum. )

E peki Buddha doğmadan önce bu insanları kim koruyordu? O zaman Buddha'nız neredeydi? diye sivrizekamla aniden köşeye sıkıştırıyorum adamı. Adam "Ne biçim konuşuyon lan pis etobur." diye bağırıp üstün karate tekniklerini kullanarak beni oracıkta yığıyor. Kanlar içindeyim Ekran siyah beyaz oluyor, üzerimde bir "Wasted" yazısı beliriyor, zoom out oluyor, sonra gözümü hastanenin kapısında taburcu olmuş olarak açıyorum, cüzdanımdan 100 dolar eksilmiş, bütün silahlarımı hemşireler almış.

Tapınağın bahçesi:




Sonra meditasyon yapılan yere girdik. Burada fotoğraf yasak, çekmek de anlamsız zaten siz camiye girip "Aaa namaz kılıyolar ne kadar ilginç." diyip boy boy fotoğraf çeken bir turisti ne kadar normal karşılarsınız?

Böyle tiyatro sahnesi gibi bir yerde meditasyon yapıyor insanlar, neden bilmem. Amca minderleri çekip oturup anlatmaya başlıyor, sonra güvenlik gelip "susun bakayım burası sadece meditasyon için" diyor. Singapurlu amca pardon diyip, bağdaş kurup, birkaç el hareketi yapıp, parmakları top şeklinde birleştirip dizlerine koyup gözlerini kapayıp meditasyona başlıyor. Sarışın da. Sonra herkes.

Ben de kapıyorum gözlerimi. Fakat arada göz ucuyla amca hareket değiştirecek mi diye kontrol ediyorum.

Amca ölmüş. Kıpırtı yok.

Türk arkadaş çok geçmeden minderi yerine koyup oradan uzaklaşıyor.

Ben meditasyona devam ediyorum.

Tam aydınlanıcam birinin iphone'una ding diye mesaj geliyor. Modern zamanda meditasyon bu kadar. Gözlerimi açıyorum bu arada gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Esmer de gözlerini açmış, gülüyor. Ben ona bakarak gülüyorum o bana. Saygı duruşunda mal mal kıkırdayan lavuklar gibiyiz. Tamam işin b*ku çıktı diyerekten aynı anda kalkıp sahneyi terkediyoruz.

Amcayla sarışını bir süre daha bekledik. Amca neye göre kalktı bilmiyorum, kafasında gizli bir kronometre mi var nedir, yoksa aydınlanmayı hissedince mi kalktı yoksa "bi ibadet ettirmediniz sıpalar" diyip ragequit mi attı onu bilmiyorum. Sarışın "Ooo çok kuğuldu." olaylarına girdi hemen. He canım.

Bunu da döndürerek üzerindekileri okuyorlarmış. Herkes döndürür gibi yaparak hatıra fotoğrafı çektiriyor tabii:


Bu heykellerin bi özelliği var mı bilmiyorum da beğendiğimden çektim:




Çıktık bir de tütsü yaktırdık. Amca tütsüyü gözleri kapalıyken üç kere alnına götürdü sonra kazana koydu. Budizm serüvenimiz de böylece bitti.

Çıkışta biraz daha gezdik etrafı. 1 ay sonra Çin yeni yılı var, süslemeye başlamış millet:





Aha bu da Çin lokumu:


(balık mı lan o?)

Yemek yerine girdik. 


Yemek yerine girdik. Kapalı bir yerde ufak ufak dükkanlar var.



Çeşitli enteresan Çin yemeklerini (tavuk başı gibi) bulabilirsiniz ama gerçek Çin kadar enteresan olmaz sanıyorum. Bir masa oturup yemek yedik / bir şeyler içtik. Belirtmem gerek ki geriye kalan Kanadalıları anlamakta zorluk yaşamadım, sıkıntı Erica'daymış eheh. Ayrıca esmer olanı oldukça kafa buldum. Aynı bölümdeyiz, fakat ortak dersimiz yokmuş.

Sonra Türk arkadaşla markete gittik, yastık deterjan vs. alıp çıktık.

*

Akşam elimde kocaman yastık ve deterjan alıp yemekhaneye gittim. Orada Jon'u gördüm (bu başka Jon) yemek yedik. Beni tırmanışa davet etti. Aslında bugün yakartopa gitmeyi planlıyordum ama oynayacak hal kalmadı, tırmanış daha az enerji ister diye kabul ettim. (Ama daha fazla kalp istiyormuş bunu öğrendim.)

Jon benden 2 yaş büyük. Burada benle aynı seneyi okuyan herkes benden 2 yaş büyük çünkü adamlara üniversiteye gitmeden 2 yıl zorunlu askerlik var. Lise talebesine benzeyen çiroz gibi tiplerin askerliğini çavuş olarak yaptığını öğrenince ufak bir kültür şoku yaşıyorsunuz.

Beraber o önceden attığım yeşil alana bitişik spor merkezine gidiyoruz. Saat 10, etrafta hala jimnastik kasanlar var:


Tırmanış duvarı beklediğimden çoooooooooooooooook büyük:


Kaç metre bilmiyorum, öğrenmek de istemiyorum. Aha bu da Jon, dağları deliyor, Ygritte'i için ("-_-)


Ben de deneyecem!! diyip kendime tırmanış ayakkabısı bulmak için kolları sıvadım fakat sıkar o biraz. Bütün ayakkabılar Asyalılara göre dizayn edilmiş, hepsi küçük geliyor. Bir tanesini zarzor ayağıma geçirdim. Oldukça kısa ama kaslı, Halil Mutlu tipinde bir kardeş geldi halatın bir ucunu bana bir ucunu kendisine bağladı.

Can havliyle başladım tırmanmaya. Daha bir metre ilerlemeden Halil kardeş bana "Önce bir kendini bırak da düşüş nasıl oluyor dene." dedi. İpe tutunarak tarzan gibi bıraktım kendimi. Parmaklarım üzerine düşünce parmaklarım öyle bir yandı ki anlatamam. Bu arada yere iniş yaptığım halde duramıyorum da, arkadakileri bowling topu gibi devirecek şekilde arkaya doğru gidiyorum.

Sonunda beni durdurmayı başardılar. Tekrar ve gerçekten tırmanmayı denesem de o acıyla, ve düşünce karşılaşacağım acıyı anlayınca yok dedim ben yapamam.

Biraz ayaklarımı dinlendirince dedim ben yaparım. (Zaten ayakkabı mevzusunu yanlış anlamışım, ayakların küçük bir ayakkabı içinde kıvrılması gerekiyormuş, ben düz giyince çok acıdı.)

Çıktım tekrar Halil'e bağlı bir şekilde. 2-3 metre ilerledim. Böyle çıkmaz sokak gibi bir yere geldim, tutunacak büyük bir şey bulamıyorum. Koala gibi kaldım öyle. Sonum beden eğitiminde halata tırmanmaya çalışıp sonra kendini bırakıp beden eğitimi öğretmenini yaralayan Ata Demirer'e benzeyecek.

"İncem ben." diyorum.
"Olmaz biraz daha çık." gibi bir cevap geliyor arkadan.
Bu arada ip daha da sıkılaşıyor, göbeğimi kıstırıyor, aşağı inmem iyice zorlaşıyor.
Adrenalin tavan ben de. "Daha 2 metreyi geçmedin." diye tanıdık başka bir ses de geliyor.
"Halil kardeş adın neydi?" diyorum Halil'e. İsmini öğreneyim de yumuşak konuşayım derdimi Ben Jon, Ben, Dave gibi klasik Singapurlu isimleri beklerken "Xiaoyu" minvalinde bir Tekken ismi duyuyorum ve ismi iki saniye sonra unutuyorum.

Ben adama beni bırak diyorum adam daha da sıkıyor. Birbirimize bağrışıyoruz ama mekanın akustiği Isengard kadar iyi olmadığı için yüksekten iyi anlaşamıyoruz.

Meğer adam ipi bırakmazsan indiremem diyormuş. Oh dedim bıraktım ipi ve indim.

Erica da oradaydı, benim 3. kez iniş yaptığımı gördü, hay Allah rezil olduk Erica'ya :((

Bu gecelik bu kadar tırmanış yeter diyip tabanları yağladım.

Uykum gelmişti, epey yorgundum. Yurda doğru yola çıktım. Jimnastikçiler gitmiş, yerine bunlar gelmiş:




Bunun ismi Captain's Ball. Singapur'a gelmeden önce duymuştum ama saçma gelmişti. Fakat izleyince eğlenceli gözüktü. Biraz ultimate frizbiyi andırıyor. İkisini de bilmediğinize göre anlatayım: bir top var, elinize aldığınızda koşamıyorsunuz, paslaşıyorsunuz veya şut atıyorsunuz. Topu sandalyedeki adama verince gol oluyor. Öyle "Ben buradan bi çakarım sandalyedeki adama gider zaten." demeyin sandalyedeki adam düşüp kafasını gözünü yarabilir. Yine aynı frizbideki gibi temassız marke etme var. 

Taktiksiz oynuyorlar gibi, tek amaç boş alana kaçmak. 

Ben de oynamak istiyorum diye dalmadan zaten soruyorlar "Denemek ister misin?" diye. Olur dedim. Neredensin dediler Turkey dedim. 

Yao Ming tipli bi eleman bana yaklaştı ve "Sittimeyu" diye Japonca bir şeyler geveledi. Anladığım kadarıyla küfretmeye çalıştı. Doğrusunu söyleyince herkes küfretmeye başladı. Polonya'da kaldığı vakit Türk bir oda arkadaşı varmış o öğretmiş.

Ayağımda ayakkabı yoktu ama sandaletle daldım bi güzel. 

Oyun bayağı zevkliydi, manyak gibi de terletti. Üstün basketbol ve frizbi yeteneklerimi kullanarak tıfıl kızları blokladım hep ehe. Top bana geldiğinde aynı anda 20 kişi "Tuğrul!! Buraya pas at!!" demeye başladı. Üzerimizde forma falan yok kim hangi takımda belli değil tabii :P
Maç bitti. Yalnız bu Captain's ball takımı Cinnamon College isimli yurdunmuş. Malesef sen oynayamazsın kusura bakma kardeş dediler. RC4'ün takımı vardır onlara sor dediler. Buruk bir şekilde ayrıldık :(

Geldim zıbardım bi güzel.

Sabah kahvaltıya gittim. Yine yerlilerle sohbetler. "Çin mahallesine gittim." dedim. Dediler "Orası çok sıkıcı değil mi yav."
Hmm.
Harbiden..?
Hani How I Met Your Mother'da kahramanlarımız birbiri hakkında bir şeyler öğrenirler de öğrendikleri şeyi daha önce farketmediklerini farkederler ve camlar kırılıp paramparça olur ya. Bana da öyle bir şeyler oldu.
Harbi sıkıcıydı ya sanki Chinatown.
Çin yeni yılı kutlamalarında bir daha gideceğim, bakalım nasıl olacak.

Özet:
Bu kadar yazıdan sonra bir de özet yazmaya üşendim.