Sabah erkenden kalkıp kahvaltıya indim. Kahvaltı evlere şenlik: iki çeşit sarı peynir (biri bildiğimiz eski kaşar), iki çeşit salam, geri kalan şeylerin tamamı şekerli ve unluma müller. Şeker komasına girdikten sonra farkettim ki her nedense bir de dünya mutfağından yemekler veriyor ve bu gün de Malezya/Singapur yemeği olan Nasi Goreng var (pilav + bir şeyler, diğer her Asya yemeği gibi). Böyle bir nostalji fırsatını kaçırdığım için çok üzgünüm :(ühü

Bugünkü program "Kampüse git, teknik konuşmaları dinle (veya dinlermiş gibi yapıp telefonlarla oyna.) randevun varsa hocalarla belirli bir saatte bire bir görüşme yap, kalan zamanda da poster sergisinde posterlere bak, akşam da rehber eşliğinde kampüs turu." şeklindeydi.

Otobüslere doluşup kampüse gittik. Kampüste mühendislik binasına girdik. Epey bir kıvrımlı bir merdivenden dört kat yukarı çıktık. Tahmin edebileceğiniz üzere DNA’yı simgelemeye çalışmışlar.

 

Tişört, flaşbellek gibi eşantiyonlarımızı aldıktan sonra seminer odasına geçtik. İlk üç konuşma teknik konuşmaydı. İlkini benim de çalışmayı düşündüğüm ve ertesi gün bire bir görüşeceğim Robert West isimli Münih Teknik’ten lisans, Kanada McGill’den yüksek lisans, Stanford’dan doktora almış, Microsoft ve Google’da staj yapmış, kısaca yapılabilecek her şeyi yapmış deha bir Alman reis yapacaktı.

Konu Wikipedia’ydı. Nerdler için özetlemek gerekirse İngilizce’de var olan bazı (çoğu) makale başka dillerdeki wikilerde yoktu. Bu makaleler önem sırasına göre dizilip wiki yazarlarına ilgi alanlarına göre önerilecekti. Örneğin atıyorum mango, baklava ve mangolu baklava makaleleri İngilizce wikide vardı ama Türkçe wikide yoktu, mango Türkiye’de yetişmeyen bir meyve olduğundan baklava mango’dan önemliydi ve önem sırasında başa geliyordu, dolayısıyla mesleği tatlıcılık (veya başlıca ilgi alanı yemek) olan bir wikipedia.com.tr yazarına ilk olarak baklava hakkında bir şeyler yazması önerileceki. Tabii bu önem bulma ve önerme işlemi tamamen bilgisayar tarafından yapılacaktı.

Bayağı önemsiz gibi gözüken bu araştırma alanının tabii ki kısabir sürede (maksimum 5-6 ay diyorum) muhtemelen bir doktora öğrencisinin elinden çıkan bir proje olduğunu, dünya için önemsiz olsa da wikipedia kullanıcıları için önemli olduğunu ve bir üniversite veya evde kendi başına takılan bir yalnız kurt tarafından yapılmazsa muhtemelen kimsenin parasız yapmayacağı bir iş olduğunu söylemekte yarar var. Ayrıca bu proje yapıldıktan sonra yazılan makale başka projelere ışık tutacaktır.

Adamımız bir de önerilerin işe yarayıp yaramadığını anlamak için (bana kalırsa biraz eğlenmek için) bazı wiki yazarlarına rasgele makaleler önererek bir kontrol grubu oluşturmuş. Yukarıdaki baklavacı Hacı Şerif’e domuz pirzolasını falan önermiş mesela. Böyle cevaplar almış:

 

İkinci konuşma bilgisayar ağları ile ilgiliydi. Bilgisayar ağları hakkında bilgim vardı ama ileride üzerinde çalışmak gibi bir düşüncem yoktu, önceki konuşma gibi espirili de değildi o yüzden pek dinlemedim. Ara verdik sonra geri geldik.

Üçüncü konuşma da yeni mezun olmuş galiba İranlı bir abi konuştu. Çok severek dinlemedim ama anlattığı ilk şey “Hangi film?” sorusuna iki tane film afişi göstererek kullanıcı zevki belirlemekle ilgiliydi, kümeler ve kesişimlerini falan gösterdi. Teknik kısımları bitirdikten sonra doktora üzerine konuştu ve klasik olarak doktora evlilik gibidir benzetmesini yaptı. EPFL Dil Öğrenme Merkezinden bahsetti, EPFL bedava dil kursları veriyormuş ki benim de dört gözle beklediğim bir şey.

Dördüncüsü de de basketbol oyuncularını numaralarından detect etme gibi bir şey üzerineydi. Bunun üzerine şirket kurmuş hatta, EPFL de desteklemiş, ismi Playful Vision.

Yine de tüm konuşmacıların bugün için hazırlandıklarını ve gayet iyi konuştuklarını söylemeliyim.

Konuşmalar bitti. Öğle yemeği için dağıldık. Sohbet muhabbet falan. Ben şu EPFL’de mastır yapmakta olan elemanın masaya oturup o klasik soruyu sordum: “Abi neden Amerika değil de burası?” cevap: “Abi Amerika.” Sanırım - şu anlık - zorunluluktan burayı tercih ediyormuş. Fazla konuşmadan masaya iki tane hoca oturdu. (Bu etkinliğin adı zaten “Hocalarla Öğle Yemeği” diye geçiyordu, biz asosyallik yapıp yalnız oturmuştuk.) İkisinin de konular benimkinden apayrı olmadığı için muhabbet kesmedi, bana ne yapmak istiyorsun? diye sorduklarında artık ezberlediğim cevapları verdim “Bilgisayarlarla sosyal hayatı düzenlemek istiyorum, eğitim sistemini değiştirmek istiyorum, açık uçlu sınavları bilgisayarlara okutturmak istiyorum.” vs vs. (Bunlarla kesin ilgileneceğim diye bir şey yok, ben aslında neyle ilgileneceğime karar bile vermedim. Açık uçlu sınav okuma sistemini Koç’ta görmüştüm hoşuma gitmişti.)

Öğleden sonra serbest zaman. Poster tanıtımları vardı ve asistanlar yaptıkları projeleri ilgilenenlere anlatıyordu.


 

O sırada ben de diğer birkaç Türk asistanla falan tanıştım. Genel olarak hallerinden memnunlardı. Fransızca sıkıntı olmuyor diyorlar ama oluyor postahane gibi hayati yerlerde İngilizce bilen olmuyor falan dedi biri. Teori çalışan bir sürü Türk asistan vardı, Bilkent EE mezunu bir hoca Türkleri toplamış laba (bi bizim arkadaşı almadı) Benim üzerinde çalıştığım makaleler genelde 1- Algoritma (yı bir yerlerden) bul 2- Programı yaz 3- Sonuçları yaz ve tablo ile grafikle göster 4- Mümkünse kullandığın algoritmayı geliştir (bir yerlerden daha iyisini bul.) şeklindeydi ama bunların işi önce o algoritmayı (ya da artık üzerinde çalıştıkları her neyse) Matematiksel olarak kanıtlamakmış, tabii bu da algoritmayı direkt bilgisayara geçirip “Ben susayım sonuçlar konuşsun.” demeye göre oldukça zor bir iş.

Bu arada burada bir not düşeyim sadece Türk asistanlarla konuşmadım, ayrıca soru sorup konuştuğumuz tüm asistanlar gayet yardımcıydı ve dedikoduyu seviyorlardı, bir tane Hırvat kız vardı mesela "Benim işim sizi buraya gelmeye ikna etmek diyen, o epey yardımcı oldu, özellikle hocalar konusunda, bazı konularda fikrimi değiştirdi :) Örneğin "red flag" denebilecek bazı hocalardan bahsettiği, bir tane hoca (ki daha önce adını oraya exchange'e giden bir arkadaştan duymuştum.) öğrencilerden birini ilk dönem yapmak zorunda olduğu dönem projesini bitirdiği halde F vererek (yani sınıfta bırakarak) doktorasının çok erken bitmesine neden olmuş. Bu tür konuşmalar epey yararlıydı. Fakat "Burada hayat nasıl?" diye sormak için en iyi adres Türkler çünkü "Burada hayat nasıl?" nasıl sorusu aslında "Burada hayat Türkiye'ye göre nasıl?"

Alandaki posterlere baktım ama benim çalışmayı düşündüğüm üç hocanın toplam 1 (bir) makalesi vardı. Bir anlam veremedim. (Sonradan öğrendim ki deadline'ı kaçırmışlar.) Başka makalelere göz attım ben de.

 

Bu güzel ablanın ne yaptığını bilmiyorum çünkü “Sen ne yapıyorsun?” diyince ele şu mavi bilekliği takıp takıp ekrana tutuyorsunuz böyle yapıyorsunuz bıdı bıdı diye anlattı, arkadaşla beraber yaptık, kendi elimizi ekranda dans ettirdik en sonunda teşekkür etti ve gittik. Sonra arkadaş acı gerçeği fark etti, “Ya bu kız bize hiç projeyi falan anlatmadı, datasını topladı gitti, kullandı bizi.”” dedi. Vay cingöz.

Sonunda benim ilk günkü ilk ve tek birebir görüşmem geldi. (Normalde herkes beş hocayla görüşürken ben tanımadığım hocalarla uzun ve gergin sessizlikler yaşamamak için sadece tanıdığım hocaları listeye attım.)

İlk görüşme daha önce bahsettiğim Bilkent bilgisayar mezunu abinin hocasıydı ve İnsan Bilgisayar Etkileşimi üzerine çalışıyordu. Daha da spesifik olarak anlatmak gerekirse, uygulamaların arayüzlerin vs. insan duyguları üzerindeki etkisini araştırıyordu.

Masaya oturdum. “Benden ne öğrenmek istiyorsun?” diye söze başladı hoca ki bu gerçekten çok zor bir zoru çünkü daha hiç muhabbet etmeden hoppidik soru sormam için çalışıp gelmiş olmam gerek. Kendimi tanıttım (düşünmek için zaman kazandım böylece) Koç’taki stajımı anlattım, orada arayüzler üzerine çalıştıklarını ve benim de beğendiğimi, kendimin de çizim tanıma üzerine çalıştığımı ve mangalarla ilgili bir projemin olduğunu söyledim. İyi halt yedim. Bu laftan sonra konuşma daha çok bir satranç oyununa dönüştü.

Hoca “Ben senin dosyaları okudum, sana bence öğretim teknolojileri labı daha çok uyuyor orayla konuşuyor.” Ben “Ama bu lab da benim ilgimi çekti bakın Koç’ta buna benzer şeyler yaptım.” Hoca “Ama sen daha çok device (aygıt) (ne alakaysa) kısmında çalışmışın ben insan ve insan psikolojisi üzerine çalışıyorum.” Ben “Tamam ben bu konuları da severek öğrenebileceğimi düşünüyorum o yüzden opsiyonlarımı açık tutuyorum.” Hoca “Tamam ama ben öğrenme eğrisi daha düşük (yani daha çabuk öğrenen) birilerini almaya doğal olarak daha eğilimliyim.” Konuştukça batıyordum. “Eylülde hocalar araştırma alanlarını sunacak, o sırada hangisini dinlemek seni heyecanlandırıyorsa artık.” gibi bir şeyler söyledi ben de “Seçme işlemi eylülde mi? Ben ondan önce staja gelebiliyoruz diye duymuştum.” dedim. O arada tepesi attı ve görünüşte kibar ama söylediklerinin anlamını düşündükçe kaba olarak “Bence sen başka fakülte üyeleriyle de konuş, ben tam anlatamıyorum. Seçme yok match var.” dedi ve ben de bay diyip oradan ayrıldım.

Bu görüşme bende acayip düşünceler yarattı. En önemlisi demek ki fellowshiple girmek doktoraya kabul almak manasına gelmiyordu, hocalar da seçme hakkına sahipti ve ben kendi tercih ettiğim hocalar tarafından tercih edilmeyip gidip saçma sapan bir alanda çalışıyor bulabilirdim kendimi. Bu açıdan direkt lab/hoca tarafından alındığım Amerikan üniversiteleri belki daha az esnekti ama daha risksizdi.

Bir yandan da düşündüm de eğer tüm hocalar bu hoca gibi “öğrenme eğrisi düşük” öğrenciler seçecekse benim herhangi bir laba girme şansım yoktu çünkü yaptığım hiçbir şey yoktu. C.V.’m bomboştu. "Madem çalıştırmayacaktınız niye bana burs verdiniz?" diye sitem etmeye başladım. (Sonradan benim gibi burs almış bir kız "En az iki hocanın ben bununla çalışabilirim." demiş olması gerek dedi ama kaynağı neydi hatırlamıyorum.)

Yeniden mastır yapmayı düşünmeye başladım ve hatta niye Kanada’ya mastır başvurumu yapmadım diye kendime kızmaya başladım. “Neyse Koç’a veya Bilkent'e gideriz.” demeye başladım yine.

Çinli hocanın bahsettiğim Türk asistanıyla konuştum. “Eee benle Igor’un yerini nasıl dolduracakmış?” oldu ilk tepkisi. “Bizim hoca iyidir ama arada öyle mala bağlayıp mavi ekran verdiği olur, sana da o anı denk gelmiş herhalde.” dedi. "Sen fellowship aldın kesinlikle çalışacaksın, en son ihtimalle bir hoca deniyeyim diye alır." diye de teselli etti. 

Hocayla konuşan iki kişiyle daha konuştum. Bir tanesine çok olumlu konuşmuş çünkü kız buna benzer şeyler yapmış daha önce. “Fakat ben onunla çalışmak istemiyorum.” dedi kız, Carnegie Mellon’dan da kabul almış ayrıca burada çalışmalarını en beğendiği kişi Robert West imiş.

ODTÜ’lü mastır terk arkadaş da o hocayla konuşmuş, yapay zeka üzerine konuşmuşlar bu kısım başarılı geçmiş ama sonra hoca yine ben psikoloji bilen birini arıyorum diye tutturmuş. Hoca hiçbir şeyi beğenmiyor.

*

Başka kişilerin görüşmelerini ve ne konuştuklarını da sordum. ODTÜ’de şu an mastırı bitirecek olan arkadaş Ankara fen mezunu Matematik olimpiyatçısıydı ve kendisine hocanın sorduğu ilk soru “Seni bu okula getirebilmek için ne yapmalıyız?” olmuş. Yine Bilkent’ten beraber geldiğimiz 4.00 ile EE birincisi olan ve Stanford’a gidecek arkadaş hocalara Stanford ve EPFL’yi karşılaştırtmış, EPFL’deki bir Türk hoca “Stanford’da rasgele biriyle çalışacağına burada benle çalışabilirsin.” demiş. Başka bir hoca normalde yarım saat olması görüşmede tahtanın başına geçip 1.5 saat algoritma anlatmış. Benimki gibi başarısız bir görüşmeyle karşılaşmadım.

Hazır konu açılmışken buradaki (en azından ilk başvuru roundunda kabul alan, çünkü iki round var, ikinci başvuru 15 Nisan’da) öğrenci profili hakkında bilgi vereyim. Ben EPFL’ye öylesine başvurmuştum, kabul almayı hiç beklemiyordum, başvuru bedavaydı hadi bi deneyelim dedim. (Kabul alacağımı bilsem ETH Zürih’e de başvururdum.) Kabul alınca “Acaba standartları düşük müydü?” diye düşünmeye başladım. Başvurduğumda not ortalamam 3.91 idi evet ama Singapur’da not ortalamam 3.3/5.0 idi ve C.V.’mde işe yarar hiçbir proje yoktu.

Standartları sandığım gibi düşük değilmiş, benim dosyalar falan karıştı da öyle girdim herhalde. Bizim okuldan dört kişi girdi ama ben hariç hep en iyileri almışlar öyleki ben olmayınca not ortalaması 3.9875’e çıkıyor. MIT’den “Sıkıldım Boston’un kalça kesen soğuğundan Avrupa’ya gidecem ben.” diyip Oxford Cambridge EPFL’den kabul alıp gelen var. Stanford’dan Berkeley’den kabul alıp “Bu Trump yüzünden gitmeyebilirim.” diyen bir Lübnanlı ve bir de İranlıyla tanıştım ki İranlı Matematik olimpiyatlarında dünya şampiyonuymuş. Cambridge’ten gelen var. İsviçreli 2-3 tane falan vardı sanırım. Aşırı karmaşık bir ortam var, Amerika’da olsaydım gelenler hep Çinli Hintli olurdu ama burada Hintli 4-5 tane Çinli 2-3 tane saydım. 8 kişiyle en büyük komünite biziz. Sırbistan, Yunanistan ve Romanya gibi Balkan ülkelerinden kişiler var. Batı Avrupa pek görmedim. İran ve Lübnan’dan var epey. Gördüğüm en egzotik kişiydi Kolombiyalıydı, derhal Pablo Escobar ve Simon Bolivar muhabbeti yaptım. Fakat gördüğüm en ilginç kişi açık arayla Belgradlı olup üniversite için Roma’da bir üniversitenin Matematik bölümüne başvuran ve tek kelime İtalyanca bilmeden oraya mülakata giden, mülakattan sonra hocanın “Bir sınıftan çık biz bi konuşalım.” demesini anlamayıp üniversiteden çıkıp giden, sonra kabul alan ve ilk sene İtalyanca bilmeden Matematik’in evrensel diliyle işi götüren elemandı. “Vay anasını ben lisedeyken kendi başıma Kayseri’ye gidemezdim sen neler yapmışsın.” dediğimde “O zamanlar farkında değildim ama şimdi bakıyorum da gerçekten büyük bir adımmış.” dedi. Bu arada ODTÜ’den gelen elemanlarının birinin Bilgisayar ve EE’yi bir yıl uzatarak çift anadalla bitirdiğini, ötekinin (Ankara fen mezunu Matematikçi olanın) uzatmadan Matematik + Bilgisayar götürdüğünü ve 4 yılda toplam 80 ders bitirdiğini söyleyip haklarını vermem gerek. (Ders programımı Çince ve Felsefelerle şişirmeme rağmen ben sadece 56 dersle bitiriyorum okulu, normalde 40. Bu adam hangi ara tuvalete gitti merak konusu.)

Söylemeden geçemeyeceğim, Türkiye’de olduğu gibi burada da kız popülasyonunda kıtlık yaşanıyor, Avrupa falan fark etmiyor. Hatta en çok kız İran’dan. Haydi kızlar doktoraya :P

*

Poster tanıtımı da bitti. Şimdi kampüs gezisi var.

Kampüs uzaktan böyle gözüküyormuş:



Kampüsün o kadar da hiper züpper olduğunu söyleyemeyeceğim, en azından bu ayda. Bilkent daha güzeldi.

- Bir kere Bilkentteki gibi yemyeşil çimler yok zaten ortada pek çim yok. Hocalardan biri “İnsan gücü masraflı olduğu için beton attılar çoğu yere.” demiş. Tek tük çim var onlar da sulanmıyor, bozkır gibi duruyorlar.

- Bilkentteki gibi ufak ve değişik mimaride binalar yok, bir havuz başında Yunan mimarisi keyfi yok. Binalar hepsi futuristik ve yeri göğü kaplıyor. Sürekli alt geçitten geçer gibiyiz. Ama İsviçre peyniri şeklinde tasarlanan kütüphane güzel.

- Kütüphaneden başka da “İşte EPFL’nin kampüsü budur.” diyebilecek bir şey göremedim. İlginç bir özelliği yok gibi.

- Bilkent'e göre en güzel özelliği düz olduğu için bisiklet binilebiliyor.

Karşılaştırırsak Bilkent’in kampüsü gördüğüm tüm kampüsleri döver, bir de bu kadar bayır olmasa. NUS (Singapur)’un kampüsündeki şu “amfi labirentleri” olmasa yani bir girdin mi çıkamadığın üstü kapalı yerler olmasa bir de klimayı köklemeseler Bilkent’i geçer derdim ama kısmet değilmiş (doğası geçer ama). EPFL’nin kampüsü ise Abant İzzet Baysalla kapışır onu yener. Aklıma Aksaray’ın kampüsü geldikçe gülüyorum kusura bakmayın gençler.

Yalnız ilkbaharda burayı tam anlamıyla gezince fikrim değişebilir.

Burası bugün anlattığım etkinliklerin geçtiği mühendislik binası, içinde lablar falan var ama biz giremiyoruz.

 

Sonra bir yere girdik, yine mühendislik öğrencileri için, çalışma alanları var en zeminde ise koltuklar, mutfak televizyon falan var. Akşam 5-6’dan sonra burası parti alanıymış.


 

Birkaç ne binasını olduğunu bilmediğim bina ve rasgele fotoğraf:

(Sürekli alt geçitten geçer gibiyizden kastımı şimdi anlarsınız)





(Haftaiçi olmasına rağmen kampüs sakin gözüküyor.)

Bu da bir şey binası, dağ manzarasına dikkat


Yine bir şeylerin altındayız:


Tur rehberliğini de Türk bir doktora öğrencisi yapıyor bu arada. Arada Türkçe’den kaynaklı hataları fark edince gülümsüyorum. Örneğin “Bir de bana sor.” demek için “Ask me about it.” diyor, halbuki İngilizce’de bu deyim “Tell me about it.” diye geçer (niyeyse)

O meşhur peynir kütüphanesine gelelim. Kuşbakışı böyle bir şeymiş:


Benim gördüğüm:


Bu kısımlar biraz boştu, kendimi yeni ev alıyor gibi hissettim:


Birkaç anlamsız süsleme, peynirin içindeki kurtları temsil ediyor olabilir:


İnekleyenler:




Kütüphanenin içindeki restoran, hocalar için falan olabilir. Ablaya nihao dedim:


Burada da dergi ve çizgi romanlar satılıyor, bu arada güneşi nasıl yakaladım ama, en süper fotoğrafçı benim


Bazıları ilgimizi çekti:



Bunun dışında tur rehberi reis kütüphanede bırak Türkçe’yi İngilizce roman bile olmadığını söyledi. Çünkü burası teknik okul!11!!muş. Mecburen kindle alacağım ben de.

Kampüste çok üst düzey espiriler içeren sarı tabelalar mevcut: (Bu arada arkadaşların pozu müthiş.)


Bu da şamarcı söğüt:


Niyeyse EPFL'yi bitirip UNIL'i gezmeye başladık. Asıl güzel okulu "Burası da bizim" diye kandıracaktınız değil mi çakkallar.

Nereden olduğunu bilmediğim birkaç rasgele çirkin fotoğraf:




 

 


 

Sonra trene binip (metro yok galiba burada, tren genelde kara üzerinde hareket ediyor) otele doğru yol aldık. Otel bize üç günlük bilet sınırsız ulaşım bileti vermişti, o yüzden bilet almadık.

Bu arada vandalizm yine had safhada:


Otelde 5 dakika nefes aldıktan sonra fondü yemek için restorana gitmeye başladık topluca yürüyerek. Daha önce burada staj yapmış olan EE'ci arkadaşım dedi "Normalde Lozan geceleri çok sakindir ve sokaklardaki ışıklar falan hep kapalıdır, sanki bizim için açmışlar ışıkları." dedi. 



Burası Martin Luther King kilisesiymiş, kısaca Kingkilise. Biz arkadaşlar arasında Kinglereli diyoruz.


Restoranda fondü yedik. Fondü, 1892 yılında Rusların Doğu Karadeniz'in bir kısmını ele geçirince buradan sürdüğü Karadenizli uşakların İsviçre'ye göç etmesi ve mıhlamayı da yanında götürmesiyle ortaya çıkan artık İsviçre'ye mal olmuş bir yemek. Turistlere yediriyorlar, kendileri yemiyorlar. İsmi nereden geliyor demeyin oraya bir şey uyduramadım.


Ve evet bunu ekmek banarak yedik :) 

Masadaki arkadaşlarla muhabbet ettik, Türk yoktu bu sefer. Muhabbet de buraya özetini yazdığım şeylerdi. Fransız bir eleman vardı doktorasında dördüncü senedeymiş, ona Fransızcamı konuşturdum, şimendifer, röbdoşambır, şato dö versay, abajur falan oo şakıdım. Yalnız abajuru anlamadı cahil.

*

Otele dönüş çok ilginçti, Lozan bir anda Senegal'in bir ilçesine dönmüştü. Her tarafta siyah ceketli şapkalı zenciler. Pantolonlarında zincirler. Başka insan yoktu. Bize bir şey demediler ama insan yine de ürküyor. (Gerçi düşünüyorum da biz zencileri aklımızda "Amerika'da kavga çıkaran asabi elemanlar." yer ettiği için öyle. Ben de bir hacı sakalı bıraksam onlar da benden korkar :P) Arkadaşın söylediğine göre o stajdayken bayağı pısırık bir İranlı çocuğa "Ot verem mi abey" diye sormuşlar. O da panik halinde "Kaç para?" diye sormuş, sonra "çok pahalıymış." demiş gitmiş. Takip etmemişler.

*

Bugün de böyle, programın içeriğinden bahsetmedim, yarın bahsedeceğim çünkü onlar da bunun konuşmasını sonraki gün yaptılar. Görüşmek üzere.