Yazıya ilginç bir paylaşımla başlayacağım. Geçenki yazımda "Ruslar 93 Harbinde Doğu Karadeniz'i oradaki Karadenizliler İsviçre'ye göçüp mıhlamayı tanıttılar." diye bir hikaye sallamıştım. "Tayf" isimli arkadaş da şu yorumu girmişti:

iyi geceler
Size başarılar dilemek istedim. samimi ve sıcak bir anlatımınız var. fondü kısmına bir ek yazmak lazım. aslında bizim Kars gravyeri ve peynir yaklaşımını muhtemel onlardan öğrendiğimizi gerçeği sizi şaşırtabilir. Rus devrimi öncesi kafkasyada peynir fabrikaları kuran isviçrelilerin; cumhuriyet döneminde Rusyadan kaçtıktan sonra Karsta 3 peynir fabrikası kurduğu ve peyniri bizi öğrettiği gerçeğini bilmek beni şaşırtmıştı.

Kırk yıl Rus işgalinde kalan Kars'a epey yatırım yapmışlar Ruslar ve Kars Gravyeri de Ruslar aracılığıyla İsviçre'den geliyormuş. Kaynak ve daha fazla okuma için

*

Sabah kalkamadım, hala acayip uykusuz olduğumdan zombi moda girip alarmı kapayıp yatmışım. Saate baktım otobüsün geldiği saat, pantolonumu giyip aceleyle çıktım. Kahvaltıyı kaçırmıştım, otobüste biraz fındık atıştırmaya koyuldum (evet yemekler çok pahalı diye leblebi fındık stoklayıp gelmiştim buraya), yanımda oturana ikram ettim "Sağol ya çok fazla pasta çörek yedim kahvaltıda." dedi. E tabii kruvasan'ın somun ekmek yerine kullanıldığı bir kahvaltıdan çıktı adam. :) Neyse iyi oldu, oradaki görevli ablalardan biri marketten bir kutu çikolata almış, önümüze koydu, onlara yer kaldı :P

Bu sefer DNA merdivenlerini bir kat çıktıktan sonra pes edip yerine asansöre bindim ve benden önce asansöre binmiş olan kurnaz İranlılara s.a. dedim.

Bugün tek konuşma vardı. "Neden doktoranızı burada bizimle yapmalısınız?" İsviçreli bir hoca sunuyordu. Başta program hakkında bilgi verdi, 4-6 yıl sürecekmiş, İngilizce'ymiş, sistem Amerika'dakine benzermiş ve Avrupa sisteminden farklı olarak 4 yıllık lisans dereceli kişileri de kabul ediyormuş. Sordu "Kaçınız 4 yıllık mezunusunuz?" diye, epey bir el havaya kalktı.

Okulun bi 10-15 sene önce hiçbir yerde adı geçmiyormuş, sonradan başa Amerika'dan önemli bir adam gelmiş, WTF demiş ve geliştirmiş okulu ve bölümü.

Toplam 230 doktora öğrencileri varmış, yılda gelen 650 başvurudan 35-40'ını alıyorlarmış (bu sayı artmış galiba, 60 falan olmuş bu sene) Doktora öğrencileri maaşlı çalışan statüsünde ve araştırma görevliliğinin yanı sıra öğretim asistanlığı da yapıyorlar, ödevleri notlamak ve öğrencilere soru çözmek gibi şeyler bunlar da. Bilkentli arkadaş "Lisans öğrenimi Fransızcaysa biz nasıl asistanlık yapacağız?" diye bir soru sordu da, reis de "Biz öğrencilerin İngilizce bildiğini var sayıyoruz." dedi.

Sonra konu "Neden burası"na geldi. Açıkçası İsviçre'yi Amerika yerine tercih etmemin iki sebebi vardı aklımda ve adam da hiç çekinmeden direkt bunlara oynadı.

1- Avrupa'nın göbeğinde olması

Lozan havaalanına yakın, birkaç Avrupa şehrine otobüsle gitme mesafesinde (Paris 10 saat). Avrupa zaten küçük, Avrupa'nın gezilesi kısmı Avrupa'nın kapladığı alanın yarısından azında toplanmış. Buna karşın yüz ölçümü neredeyse Amerika'da Texas'tan otobüsle New York yapamıyorsunuz :P
Ayrıca bir üniversite şehri olup çevresinde hiçbir şey olmayan kentler var ABD'de.



Ve tabii İsviçre'nin seminerdeki bir çok kişinin evine Amerika'dan daha yakın olduğunu da söylemek gerek.

2- Diğer okullara göre eşşekyüküyle para vermesi



"Parayı dert etmeyin." cümlesini yineliyor habire. Amerika'nın güzel şehirlerinde beş parasız bir şey yapamazsınız diyerek argümanını destekliyor.



Bu hanım ablanın fotoğrafını verdikten sonra "Kim bu?" diye soruyor, sonra kim olduğu slaytta beliriyor. Etliye sütlüye karışmayan bir başkanları var (kime atıfta bulundukları belli.)



( Trump la Trump, yok yere blogu kapattırmayalım :) )

Bunların yanında benim en çok dikkatimi çeken şey insanların gerçekten güzel konuşması. İngilizce'yi sonradan öğrendikleri fakat gerçekten iyi öğrendikleri için konuşurken kelime yutma gibi bir durum olmuyor. Güleceksiniz ama benim Amerika'daki en büyük korkum bu, insanları anlayamamak. Burada - eğer ağır Fransız aksanıyla karşılaşmazsam - bu yok.

Öğlene kadar yine serbest zaman, çikolatalardan yedik, arada görüşmeler. Benim iki görüşmem vardı.

İlkine gittim. Görüşme Pierre Dillenbourg isimli, psikoloji lisanslı bilgisayar bilimi doktoralı, bilgisayar destekli eğitim üzerine çalışan kısaca sevdiği işi yapan örnek aldığım hocayla idi. Zaten başvururken niyet mektubuma hoca/lab ismi yazmam gerekiyordu, EPFL nasıl olsa beni kabul etmez diye niyet mektubunu sallamasyon yazıp "MOOC çalışabilirim." gibi bir şey eklemiştim. Bu adam da MOOC çalışıyordu (Massive online open courses, coursera, edx vs.) Alınmamda payı vardır diye düşünüyorum.

Bu görüşmeye hoca değil önceden doktora öğrencisi şimdi ise postdoc olan, asistanlıktan kurtulamamış Hintli bir abi geldi, hoca nerede bilmiyorum geziyordur. Sevindim çünkü önceki gibi fırça yeme ihtimalim yoktu.

"Sen mi soracaksın ben anlatmaya başlayayım mı?" diye söze girdi, "Sen anlat." diyerek hemen üzerimdeki yükü kaldırdım. "Normalde bizim labta açık pozisyon yoktu fakat şimdi bir tane açıldı. Bizim hoca "Computational Education" diye bir alan icat etmeye çalışıyor. Öğrenme psikolojisi ve yapay zeka (makine öğrenmesi) içerecek bu alan. Biz gelen öğrencilerden ikisinde de çok iyi olmasını beklemiyoruz, sırf makine öğrenmesinde iyi olman yeter ama diğer konuda da öğrenme isteğin olsun. Projelerde iki hoca ortak çalışacak. Psikoloji için danışmanın bizim hoca, Makine öğrenmesi için danışmanın Volkan Cevher olacak yani iki danışmanın olacak. Sana "Computational Education"ı anlaman için bir örnek vereyim. Bize coursera'dan vs. veri geliyor. Coursera'da her dersin sonunda dersi 1'den 5'e kadar puanlamanı ister. Bizde aynı zamanda öğrencinin dersi nerelerde durduğu, nereyi 1.5-2x hızda nereyi yavaş izlediği var. Bununla öğrencinin verdiği puan arasındaki ilişkiyi bulmak bir proje olabilir."

Bir konu yeterince zorken iki tanesinde iyi olmaya bir sene önce hevesle atlayacağım bir şeyken şimdi çok korkunç gözüküyordu. "Ya ben makine öğrenmesinden pek iyi bir not alamadım böyle böyle." dedim "Notun önemi yok, senin benim söyleyebileceklerimi yapıyor olabilmen." yeterli dedi. İçim rahatladı çünkü orada hali hazırda işi bana yardım etmekle (aynı zamanda yönetmekle tabii) biri vardı, adamın maaşı bu işten geliyordu, yani hocaların insafına kalmayacaktım.

Bu hocayla çalışmak istediğini söyleyen başka birini duymamıştım ve geldiğimde de asistan boş odada oturuyordu. Sordum "Bu pozisyon için rekabet var mı?". "Yok." dedi. :P

"Peki bu pozisyonda daha önce çalışan biri var mıydı?" dedim yeni açıldığına göre olmalıydı sonuçta. Biri varmış. İlk dönem dönem projesi yapıp sonra labı değiştirmiş, pozisyon da o yüzden açık kalmış zaten.

(Sonradan bir Türk doktora öğrencisinden öğrendiğime göre bu labı değiştiren arkadaş içinde sadece machine learning olan projelerde takılmak istiyormuş fakat Türk hoca istemiyormuş, muhtemelen pozisyon yoktu. Eleman Pierre'i pek sevmiyormuş, Pierre sabah 9:15'te labta olmasını istiyormuş, katılmayı zorunlu tuttuğu bir eğitim semineri varmış orada hoca sık boğaz ediyormuş elemanı "telefonunla oynama semineri dinle." diye.)

İş aklıma yatmıştı, şimdi EPFL'yi sevmeye başlamıştım. En azından ilk dönem üzerinde çalışabileceğim bir pozisyon vardı ve seçilmeme şansım da azdı.

Bundan sonra son görüşmeme gittim. Görüşme önceki yazıda bahsettiğim Wikipediacı Alman reisleydi. İsmimi söyledim, "O zaman sen Türksün." dedi şıp diye anladı reis.

Çinli hoca görüşmede ince eleyip sık dokumuştu ve merak edip kaç doktora öğrencisi alacağını sormuştum, "1" demişti. Yine aynı muameleyle karşılaşıp karşılaşmayacağımı merak ettiğimden direkt olarak "Kaç öğrenci alacaksınız, benim girme şansım ne, 75 binden 5 bine çekme ihtimalim ne?" (tamam kötüydü) diye sordum. "İki öğrenci alacağım ama tabii birine şimdiden söz vermek gibi bir teslimiyette bulunamam." dedi kibarca. Konuşmanın geri kalanı da samimi ve keyifliydi. İşte Batı medeniyeti!1!! dedim, o ne öyle daha ilk görüşmede stres mülakatına alan hocalar falan.

Projelerinden bahseder misin falan dedim. Adam bir word belgesi açtı. Sayfalarca proje var. İlk sayfada kaç tane proje olduğunu sayıp "60 proje falan var burada." diye tahminde bulundum. Komut satırında bir şeyler yaptı, 59 proje olduğunu buldu "Vaay iyi tahmin." dedi.

Projelerinden bir tanesi "Çocukların yazdığı wikipedia" ile ilgiliymiş. Bu bana bayağı ilginç geldi, şimdi aradım mamafih bulamadım, özel bir adı vardı.

Ben de bir proje öğrendim, hem ilgili görünmek için hem de gerçekten ilgili olduğum için. Wikipediadaki kültürel eğilimi nasıl engelleyebiliriz dedim. İngilizce wikipedia'daki bir çok Türk devleti İranlılar tarafından saldırıya uğramış durumda. Safeviler, Gazneliler, Selçuklular hatta Osmanlılar (oha) hepsi "İrani" devlet oldu. Buna ilişkin bir proje yapılabilirdi tabii. O da çaktı durumu, "Türk vikisiyle Ermeni vikisi çok farklı olmalı. Ama en azından bilimsel makaleler değişmiyor." dedi.

Çıkarken son anda aklıma geldi de en önemli soruyu sordum, "Neden Münih Tekniği bitirmişken doktoraya gitmek yerine önce McGill'e mastıra gittiniz? Buraya gelmeden önce benim de mastırım olmalı mıydı?" dedim. "Hayır." dedi. "Ben Kanada'ya exchange'e gitmiştim. Dönmek istedim ama bana doktoradan önce mastır yapmamı söylediler. Ben de yaptım, mastır yapınca da Stanford'a vınnn. dedi. Adam reis.

*

Görüşmeden sonra bizimkilerin yanına dönüp biraz çikolata atıştırdım. Öğle yemeğinden önce üç Bilkentli bir de İsviçreli bir arkadaşla göle inelim dedik. Yine o muhteşem "Etrafta yabancı varken Türk İngilizcesi konuşarak saçmalama" eylemini gerçekleştirdik. Ben arkadaşla dalga geçmek için "You are a pleasure pimp." falan diyorum. Türk atasözü ve deneyimlerini sanki kendim o anda Cem Yılmaz kesilip icat etmişim gibi yutturuyorum, mesela yiyip yemediğimiz şeylerden bahsediyoruz, arkadaş ben karides yemem diyor, ben "I would eat my father if he comes from the sea." falan diyorum. İsviçreli de bizim garip espiri anlayışımıza gülüyor. Bir on beş dakika falan sonra kampüsten göle inmiş oluyoruz.

Göl kısmı bir hayli küçük ve inanılmaz! Çıt yok, sadece bizim sesimiz var! Hayatımda gördüğüm en huzurlu yerlerden biri. Bir tane abla yoga yapıyor. Benim de matı serip yoga yapasım geldi, sırf burada yoga yapmak için yoga öğrenebilirim.



En çok şaşırdığım şey buranın nasıl bu kadar boş olabildiği. Bizim burada kahvesini kapan buraya üşüşürdü.





Su da oldukça berrak ama arkadaşlar yüzmek için çok yosunlu olduğunu söyledi, daha iyi yerler varmış.



Gölün oradaki evler çimenler



Dönüyoruz. Yine bir şeylerin altından geçiyoruz. İlginç bir çalışma:



(En soldaki adam Alan Turing, onun yanında Marie Curie diğerlerini bilmiyorum gölge etmişler.)

Üst düzey bir espiri + Türk filmlerinde kalan minibüste bir şey satma geleneğini Lozan'da yaşatanlar



Öğle yemeğinde önceden belirlenmiş masalarda bir hocayla yemek yiyecektik. Komik ama dördümüzü aynı masaya almışlar, gölden geldiğimiz gibi oturduk. Masada dekan vardı. Tanıyordum Sanal Gerçeklik çalışıyordu. Pek konuşkan bir adama benzemiyordu. Sordum ne yapıyorsunuz diye, VR kullanırken elleri de görüntüye montelemeye çalışıyoruz, çünkü oculusu kafaya takınca eller kayboluyor saçma oluyor dedi. Bir de aslen Fransızmış ama 12 seneden fazla İsviçre'de kaldığı için ve İsviçre'nin resmi dillerinden birine çok hakim olduğu için (anadili tabii :)) çifte vatandaşlık almış.

Yemek geldi. Makarna soslu pilav yapmışlar:



Arkadaşla bunu aperitif sandık bu yüzden ekmeksiz gömdük.  Hemen ardından tatlı gelince dumur olduk tabii :)

(Evet masada ekmek vardı, buna da şaşırdım.)

İçecek sordular. Arkadaşlar çay istedi, çay demli çay şeklinde değil kaynar su + poşet şeklinde geldi. Bir de kahve için iki seçenek sordular "Kahve mi espresso mu?" diye. Kahve diyince ne geleceğini bilmediğim için espresso istedim. İlginçtir adamların standart bir kahvesi var ve kahve diyince o geliyor, bizim ülkede ise kendi standart kahvemizi istememiz için "Türk kahvesi" söylememiz gerekiyor.

Çay poşetinde post modern bir çalışma, öyle sanat severler.



Bizim grup hariç masadaki diğer iki kişiden biri lisansı MIT'te okuyan Çin kökenli bir Amerikalı'ydı. Yine harikulade Çincemi konuşturdum. Genelde batıda yaşayan birine bunu yaptığımda iki tip yüzle karşılaşırım, 1- Gülen, gülerek cevap veren, çok acayip bir şeyle karşılaştığı için mutlu olan (Bir Japon'un karşınıza geçip Türkçe konuştuğunu düşünün.) tip. 2- Nötr yüz, Çince bilmeyen veya bildiğine de pek sevinmeyen biri. (Hatta bazıları aşırı derecede kompleksli olup AMARİKALIYIM LAN BEN moduna bile girebiliyor.) Kızda 2.si var gibiydi o yüzden daha da üstelemedim. Hoca da "Benim eşim Çinli ben de biraz biliyorum." falan dedi. Öbürü EPFL'nin kendi öğrencisiydi ama çok uzakta oturduğundan pek bir şey konuşamadık.

Yemek bitti. Gezi vakti. Chateau de Chillon (Şillon Şatosu) diye bir yeri gezecekmişiz. Yol biraz uzun sürdü, otobüste uyukladım ben de bir güzel. Yalnız Uşi ve Montrö'yü geçtiğimiz gözümden kaçmadı, modern Türkiye'nin tarihi burada yatıyor resmen. Bir de haritaya baktım biraz gitseydik Fransa'ya geçmiş olacaktık.

Şato'nun mimarisi çok güzel. Game of Thrones'tan fırlamış gibi. Göl manzaralı. Yalnız beklediğimden küçük gözüküyor. Hogwarts gibi bir şey beklemiştim ben.









Bu da iç cepheden:



Aynı diğer Orta Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yine Çinli turistler üşüşmüş. Çince rehberler dağıtan ablaya Nihao dedim.

Kaleye haciz gelmiş, o yüzden içinde pek bir şey yoktu. Boş odaları da çekmedim ben de.

Evrime kanıt SS'li



İnsanların boyları uzadığı için daha yukarı astılar herhalde :D

Bu ay yıldız mı yoksa tesadüfen mi çizilmiş bilmiyorum. İçeride bunu cevaplayacak rehber gibi biri yoktu.



Şu sandık hoşuma gitti, bir tane ben de alacağım:



Döndük. Doktoracılar "Şehirde şu bar varmış oraya gidelim dediler." Biz ise o zamana kadar yine bir Türk grubu oluşturup gezmeye başladık, 8 Türk geziyoruz şehirde. Karşımıza şöyle bir manzara çıktı:





Lülülülülü sesleri höporlörlerde yankılanırken kalabalık "Neeevruuuz" diye bağırıyordu, ellerindeki pankartta Türkçe "Yaşasın Nevruz" yazıyordu ve Kürtçe bilmediğim bir şeyler (muhtemelen aynısı). Sovyetler bayrağı, Apo posteri, YPG bayrağı ve diğer üç harfli bayraklar. Arkadaş bana "Türkiye'de haberlere çıkıp kahraman olmak istiyorsan şimdi tam sırası." dedi ama ben üç buçuk atmaya başlamıştım bile. Sekiz kişi kalabalığın yanımızdan geçmesini bekledik.

Tren/metro'da da benzer bir şey oldu, iki kişi (abla kardeş) biz konuştukça gülümsüyorlardı. Arada Türkçe kelimeler duyunca naber dedim. "Bize mi gülüyorsunuz?" ama cevabı tam anlayamadım sonra da indiler zaten. Göl taraflarında yürürken de kalabalık bir gruptan biri arkamızdan "Bonsua" dedi, bunun görüşürüz demek olduğunu sandığımdan arkama bakmadım. Birkaç kere bonsua tekrarlanınca baktım uzaktan, biri "Selamunaleykum" dedi, "Aleyküm selam" diyince hepsi koptu. Hem bu kadar küçük olan hem de %43'ü yabancı olduğu söylenen bir şehirde insanların "Aaa bunlar Türkmüş/yabancıymış ya." tribine girmesi beni şaşırttı.

Okula gittik akşam yemeği için. İlk defa cebimden para çıkıyordu,  Burrito (dürüm, içinde bol biftek var ve bunun tadını öldürmek için siyah fasulye ve pilav koyuluyor) + meyve suyuna 55 lira (15 frank) bayılınca içim acıdı, ki bunu okulda öğrenci indirimiyle alıyoruz.

Arkadaşlar bir de Uşi'ye gidip göl kenarını görelim dedi, gittik. Biraz uzaktı. Fena değildi ama karanlıktı.

Bir sürü kuğu vardı kıyıda, napıyorlardı orada bilmiyorum, çok yüzdüler de biraz kurulanıp çay içelim mi dediler naptılar.



Bu uzaktaki sarı ışıklı bina Lozan anlaşmasının yapıldığı otelmiş. 2023'te yıkılacak diyorlar :P



Diğer meslektaşlarımızla buluşmaya gittik. Bugün St. Patrick günüymüş , İrlanda'nın milli bayramı ama burada kutluyorlar pis fakirler. Benim Koç'tan arkadaş İrlanda'da kutladı, mayışı alayım ben de İrlanda'da kutlayacağım :))



Burası bir barın önü ve ayrıca katedralin bahçesiydi, katedrali gezmek için yukarı çıkmaya üşendim. Biraz goygoy yaptıktan sonra biz arkadaşlarla erkenden yurtlarımıza döndük. Sonunda biraz daha fazla uyuyabileceğim için çok heyecanlıydım.