11 Temmuz 2017 Salı Akşamı

Berlin otobüsünde tek başımayım, yol arkadaşımdan geçici bir süreliğine ayrıldım. Otobüs Polskibus. Plan akşam Berlin'de olmak, Singapurlu arkadaşın yanına gitmek, orada üç gece yatıp, takılıp, çekik gözlü dostlarımla Singapur nostaljisi yapıp Polonya'ya dönmek.

Otobüste biri yerime oturmuş. Ukrayna'da el mahkum başka yere oturdum ama şimdi elimde kapı gibi bilet var, İngilizce bildiğinizi de biliyorum!! Kaldırdım adamı.

Benzer bir olay daha oldu, bir turist bir kızı kaldırmak istedi, kız "Ya kusura bakma benim yerime de başkası oturmuş, sen başka bir yer bulabilir misin?" dedi. Sonra da yerine oturan amcayla uzun uzun tartıştı. Avrupa'da otobüs kültürü yok diye boşuna dememişler :P

Yanım boştu, bacaklarımı uzatıp uyudum. Sonra gözlerimi açtım, aha hareket edemiyorum. Yardım isteyeceğim ama yardımı otobüsteki yolculardan mı yoksa rüyamdaki Gandalf'tan mı istesem bilemedim. Zaten yardım da isteyemiyorum, sesim çıkmıyor, hohhhh diye nefes veriyorum en fazla. Sıcak yatağımdaki karabasanlara artık alıştım, "Aaa siz mi geldiniz." diye karşılıyorum hepsini. Ama otobüste karabasan görmek berbat bir şeymiş.

Gece çöktü. Bir yere geldik. Camdan baktım "Berlin Schönelefeld" yazıyor.

Abartısız söylüyorum otobüsün %90'ı burada indi. Herkes kanatlanıp uçmaya gelmiş.

Yolculuk 3-4 saat sürdü, gece on gibi vardım Berlin'e.





Avrupa birliğinin aralarında yaptığı bir anlaşmadan dolayı Polonya hatta burada kullanılıyor, çok iyi. 5 liralık hatla Berlin'de fink atıyorum.

Arkadaşım Erkner'de kalıyor. Açıyorum google mapsi. Karşıma bir sürü rota çıkıyor. Metro + otobüs hepsi. Erkner şehrin dışında, ben benim Bursa'dan Orhangazi'ye gitmem gibi buraya da tren istasyonundan tren kalkar diye düşünüyordum, zaten arkadaş "Regional Express" gidiyor oraya demişti. Öyleyse niye her duraktan otobüs kalkıyor buraya? Duraktaki bi elemana sordum şu durağa nasıl giderim diye, o da "Gel ben de o tarafa gidiyorum." dedi. Ben ne gideceğim durağa karar verebiliyorum ne de hangi yönün doğru olduğunu anlayabiliyorum, adama paranoyak gibi soruyorum "Emin misin?" diye. Bindim metroya, "Ya aslında ben burada inecektim." diye garip bir yerde indim. Sonra düşündüm en iyisi en geç saati gösteren metro + otobüs kombinasyonuna bineyim dedim. Bindim. Ama hala ne yapacağımdan emin değilim, bi metro duraklarına bir de telefona bakıyorum. Etrafta garip garip tipler var. Şarap fıçısına düşmüş gibi duran berduş bir adam bana tip tip bakıyor. Ben de turist turist duraklara bakıyorum.

Bu berduş adam gecenin kahramanı oldu. Adam olmasaydı metroda sabahlayacaktım. Adam çıkardı metro haritasını verdi bana. Haritaya bakınca olayı anladım. Sağ alt köşede gizlenmiş bir Erkner var. Herhalde buraya metroyu tamamlayamadılar, otobüsle aktarma yaptırıyorlar. Yine de Google mapste hala bir sürü Erkner rotası var ve son metroyu yakalayabileceğim durağa gitmem lazım. Adam dedi "Nereye gideceksin?" fakat İngilizce konuşmuyor. Almanca konuşabildiğinden bile emin değilim. "Erkner" dedim. Eliyle "hmm hmmm" yaparak yolu tarif etti. Çav dedi. İndim. Hım hımları izleyerek gittim. Bir de Erkner zone C idi fakat ben AB bileti almıştım, malesef bir daha bilet almam gerek. Bi bilet 3.4 euro, öğrenci yok ya ben bulamadım. (Polonya'da 2.2 zloty/liraydı öğrenci bileti) Sonunda bekleyen bir metroya bindim, Erkner mi? dedim evet dediler. Ohh.

Cüzdanıma baktım, kredi kartımı bilet makinesinde unutmuşum. Kısa bir süre son metroyla kredi kartı arasında saçma sapan bir tereddüt yaşadıktan sonra koşarak makineye gittim, neyse ki o arada kimse bilet almamış. Kartı kapıp metroya koştum. Çok daha derin bir ohh çektim.

Özetle Polonya'nın küçük ve tren istasyonundan hostele yürümeli şehirleri ve Ukrayna'nın uberlarından sonra büyük şehir beni sudan çıkmış balık etti.

*

Etrafıma baktım. İnsanlar çirkinleşti ama daha önemlisi garipleşti. Singapur'da metroda su içmek dahi yasak, cezası 100 dolar. Polonya'da açık alanda içki içmek yasak, cezası 100 zloty. Almanlar ikisini kombo etmiş, metroda elinde birasıyla takılıyor adam ahahaha.

Metro bir anda durdu, herkes inmeye başladı. Elinde biralı elemana söyledim "Abi ben Erkner'e gidecektim." "Biz de oraya gidiyoruz, otobüse bineceğiz, gel bizi takip et." dedi. Çok geçmeden otobüs geldi, içeri doluştuk. "Erkner'e ray döşemediler mi niye böyle?" dedim. "Gece aradaki köprü çalışmıyor." dedi. "Nerelisin?" diye sordu. "Türkiye" dedim. "Akraba ziyaretine mi geldin?" "Yok turistim ben." Adam da barmenmiş, işten yeni geliyormuş. Birayı da bardan arakladı herhalde. Arkadaşıyla aralarında Almanca konuşuyorlardı. "Ben de Almanca öğrendim sizinle konuşmak isterdim ama hatırlamıyorum." dedim, tek hatırladığım cümleyi söyledim: "İh möhte şiş köfte" (Gülmediler.)

Erkner'e vardık. Arkadaşımla buluşma zamanı. Bu arkadaşım Singapur Çinlisi bi eleman, benimle aynı yaşta ama üniversiteden önce askere gittiği için şimdi 2. sınıfta daha (3'e geçmiş de olabilir bilemedim) Kendisinden çıktı alırken yardım istemiştim, sonra arkadaş olduk, beraber Çin mezesi yemeye bile gittik. Türkiye'ye gelirsen söyle falan dedim. Sonra hal hatır sorarken Berlin'de olduğunu öğrenince aa ben de oraya gelecektim dedim. "Benim odada fazla yatak var kalabilirsin." dedi. Yalnız aynı zamanda başka bir arkadaşı da gelecekmiş, evde kızlar var arkadaşın kalamaz malesef dedi. Yine de bana misafirperverliğini gösterdi.

Ve o lanet olası şu an hiçbir mesajıma cevap vermiyor!

En son görülme 21:30 diyor. Metroya bindiğimden beri çaresizce mesaj atıyorum. El mahkum verdiği açık adrese doğru yola çıktım ama adam ortalarda yok. Büyük ihtimal uyudu ama belki telefonu çekmiyordur diye kendimi avutuyorum. Saat 1'de rüyasında görüp uyanacağına falan inanıyorum.

Biralı eleman "Seni alacak biri var mı?" dedi, eleman cevap vermiyor adresine gideceğim dedim. "Peki kolay gelsin." dedi gitti. Ben de adamın evine doğru yola çıktım. Bir yandan da tırsıyorum çünkü Berlin'in varoşlarındayız, etraf karanlık. Tinercinin biri çıksa bir şey yapamayacağım. Google mapse göre önümde yol var ama karanlıktan göremiyorum, iphonela farları yakıp ağaçların arasından geçiyorum. Doğru evi bulmam biraz uzun sürdü. Doğru evi bulduğumu da içeride uyuyan çekik gözlüleri görünce anladım.

Ev şu Harry Potter filminde Ron Weasley'nin evi gibi, tek katlı kulübe yapmışlar ama çatıya doğru uzatmaya karar vermişler gibi. Normal şartlarda burada yaşamak epey keyifli olurdu herhalde. Şu anda ise hiç keyifli değil, kapı zili diye bir şey yok, kapıya tıklasam kimsenin duyma ihtimali yok.

Salonda bir sürü kız yatıyor. Birinin yüzü cama dönük ama biraz uzakta. Hepsini uyandırmadan birini uyandıracak kadar vurmaya çalıştım. Kız gözünü açtı, beni gördü, sonra döndü arkasını uyumaya devam etti. Biraz daha çaldım. Artık tepki yok, sadece yataklarında dönüyorlar. Duyan gören olursa da kesin meczup sanmıştır.

Mesajlara baktım, arkadaş odanın fotoğrafını atmıştı ama oradaki pencereye uyacak birkaç tipte pencere vardı. Hepsine vurdum ama yanıt yok. Evin önünde şezlong vardı. Dedim bari burada yatayım bu gece. Zira şehir merkezine dönme şansım da yok, son metroyla geldim.

Şezlongda uyumak imkansız, acayip sivrisinek var. Singapur'un diktatöründen valisine kadar saydırarak uyumaya çalıştım ama nafile. Tekrar salonun camına vurdum ama kızlarda tık yok. "Yeter lan" diyip diğer ilk bulduğum pencereye harbiden vurdum. Bir yandan da içeri ışık tuttum kedi zannetmesin diye. Perde de bir kıpraşma oldu ama sonra içerideki kimse tekrar yatmaya devam etti. Daha sert vurdum. Perde açıldı ve içinden uyku mahmuru bir yüz çıktı, benim arkadaş.

"Bir daha bana geleceğin tarihleri düzgün vermen lazım." diye söze girişti. "Doğru pencereyi tıklaman iyi oldu." diye de tebrik etti. Mesajlara baktım. 12'de varacağımı on 12 yazmışım yanlışlıkla. Fakat onu yazdıktan bir gün sonra yani bugün "Otobüsü bekliyorum" demişim ve sanki bugün buluşacakmışız gibi konuşmuşuz. Hey Allah'ım.

İçeri girdim. Sarılayım dedim ama uyku mahmuruyum diye reddetti. (uyku mahmuru olmasa da istemezdi gerçi :P) Odasına girdik. "Evi kızlarla paylaşıyorum, bu yüzden ortada donla dolaşamazsın. Ayrıca banyoyu kullanmadığın zaman açık bırak, kapalıysa da sakın girme." diyerek küçük bir kurs verdi. Polonyalılardan sonra bir Singapurlu'nun evinde kalarak doğu batı farkına hemen görebiliyorsunuz.

Uyuduk

*

12 Temmuz Çarşamba 2017

Beraber erken kalktık. Arkadaş bana kahvaltı kahvaltı hazırladı, kahvaltı da iki sosis + bir yumurtaydı. Tam Asyalılara yetecek kadar kalori :P "Burada pilav yapmıyor musun?" dedim "Yok ya çok pahalı pirinç." dedi. Kahvaltıyla beraber Polonya'da market alışverişinden artakalanları da yedim anca doydum.

Metro istasyonuna gittik. Hava güneşli. Arkadaş "Bu hava senin için soğuk mu? Buradakiler buna sıcak diyor." dedi. Bana göre de ılıktı. Günlük bilet aldım makineden, 7.7 euro. Zaten Erkner'e gidip gelmek bu kadar ediyor neredeyse.

Metroya bindik, Erkner'den fazla durmadan merkeze giden bir metro var (bir de duranı var), durmayan bile 40 dakika sürdü. Alexanderplatz diye bir yerde indik. Biraz oturdum. Fotoğraf çektim. Sıcaktı kapüşonumu çıkardım.



Turistik bir şey bu herhalde diye çektim, televizyon kulesiymiş:



Planım yürüyüş turuna katılıp gezilecek yerleri kabaca görmek ardından o yerlerden birkaçında dolanmak ve gerisine ertesi gün karar vermedik çünkü Berlin gibi kocaman bir şehri araştırmadan gelmiştim. Slovakya'daki arkadaşlarım da "Roma, Paris hikaye, en güzeli Berlin" diyip öve öve bitirememişti. Biraz da o yüzden gelmiştim. (Beklentilerim biraz boşa çıktı diyebilirim.) Turun başlayacağı "Branderburger Dom" yani Branderburg kapısına gittim. Burası Berlin'in turizm merkezi, bir nevi Sultanahmet. Kırmızı şemsiyeliler beleş yürüme turu rehberleri.



Kapının üzerinde mahşerin dört atlısı var. Hristiyanlıkta kıyamet vaktinde çıkacağına inanılıyormuş. Simgeledikleri: kral, savaş, açlık, ölüm.



Dört atlının üzerini kara bulutlar kapladı. Yağmur yağacak. Yağmur yağmadan birine rica ettim fotoğrafımı çekti. Ardından tur rehberi bulmak için etrafta gezinmeye başladım. İki çocuk bana "Hello We are German students" diye laf attı, "Bir şey satıyorlar herhalde." diye elimi sallayıp aceleyle oradan uzaklaştım.

Çocuklar arkamdan kahkaha attılar. "Tam benim vereceğim tepki." dedim, gülümseyerek geri döndüm. Meğer okul ödevi için anket dolduruyorlarmış. Sorular da nerelisin en sevdiğin renk ne falan. "En sevdiğin Alman yemeği nedir?" sorusuna mecburen sosis dedim Almanların ne yemekleri var la :D Yağmur bastırdı, çocukların defteri ıslanmaya başladı, elimle üzerini kapadım ama nafile. Şemsiye de yok, yağmurluğum var sadece. Ofidersi diyip ayrılıp bir yerin altına girdim. Almanya'nın sıcak havası bu kadar.

Yürüyüş turu "Free Walking Tour" diye geçiyor, sizi 2-3 saat yürütüp şehir hakkında bilgi veriyorlar. Turun sonunda da "gönlünüzden ne koparsa" diyorlar. Hiç vermeyebilirsiniz de. Sonradan öğrendiğime göre bunu vergi vermedikleri için tercih ediyorlarmış.

Normalde şemsiyeli adamın yanına gidip "S.a." demek yeterli bu turlarda ama bu bozuk havada bile turist kaynıyor burası. Bu yüzden önce gidip rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Bana bir numara atadılar, rehbere de ona göre yönlendirdiler. Turun başlamasına çok vardı. Param bozulsun da tip vereyim diye gittim turist bilgilendirme merkezinden harita satın aldım bir euroya. Gezi boyunca ilk ve son kez harita satın alıyorum, normalde hostellerde dağıtırlar. 5 euro tip vermek vardı kafamda, "5 euro yok burada." diye 5 euro vermedi adam, bozukluklarla kaldık.

Tur başladı. Tur rehberi kız İskoçya'dan buraya yerleşmiş, sanırım dil bilimi okuyordu.

Berlin hakkında kısa bilgi: Öncelikle yazıyı bırakıp "Good Bye Lenin" isimli filmi acilen izlemenizi öneririm. Yazıyı okumaktan daha zevkli olacaktır.

Hala devam edenler için: ikinci dünya savaşında ne olduğunu Amerikan filmlerinden ve call of duty'den yeterince öğrenmişsinizdir. Sonrasında, yani Berlin'e Sovyet bayrağı dikildiğinde, Almanya Sovyetler ve diğer müttefikler arasında bölüşüldü. Doğu Sovyetlere batı diğerlerine yani batıya. Fakat cingöz İngiliz ve Amerikalılar Berlin gibi önemli bir şehri (ki Almanya'nın Kars'ı gibi bir konumdadır) sırf doğuda kaldığı için Sovyetlere bırakmak istemediler dolayısıyla şehri ikiye böldüler. Doğu Almanya cumhuriyetinin ortasında çıban gibi bitmiş bir Batı Almanya kenti çıktı ortaya.



Tabii bu doğu Berlin'de yaşayan bir kişinin batı Berlin'e geçtiği anda sığınma başvurusunda bulunup sonra uçağa atlayıp batı Berlin'e geçebilmesi demek. Tabii kim ister kot pantalon giyip big mac yemek yerine Sovyetler'in baskısı altında yaşayıp mother russia'ya dua etmeyi? Sovyet güdümündeki Doğu Almanya yönetimi "Yav sayıyoruz sayıyoruz her sayımımızda öncekinden eksik çıkıyor? Bir yerinizde durun Allah aşkına!" diyip şehre duvarı örüyor hatta yetmiyor önüne bir tane daha örüyor. Kaçmaya çalışan olursa tek emir var: "Öldür!" Duvarı aşıp ölen ilk kişi aslında Doğu Berlin'de yaşayıp Batı Berlin'de işe giden birisiymiş.

1989'da vatandaşlar "Yeter!" diyip hep beraber aşıyor duvarı, duvar yıkılıyor. Çok geçmeden Doğu Almanya Batı Almanya'ya bağlanıyor ve Doğu Avrupa semalarında o ses yankılanıyor: "Sadece 1 mark farkla menünüzü büyük boy ister misin?"



Duvar yıkılırken bazı cingöz Türkler duvardan parçalar koparıp açık arttırmayla satmışlar :P

İlginç bir bilgi de şu: bu duvarın kalktıktan dünyadaki tek bölünmüş başkent olma özelliği Lefkoşa'nın olmuştur.

Tura dönelim.



Burası Yahudi Soykırımı anıtıymış, Amerikalı biri yapmış. Yanından geçen biri ne olduğunu kolay kolay anlayamaz. Rehber "Bi girin gezin bakalım." dedi, gezdim.







İçeri girdikçe derinleşiyor ve taşlar da uzuyor. Klostrofobik oluyorsunuz.

Bu arkadaş kolayını bulmuş, muhtemelen Türk:



Öndeki adam "İn lan oradan" diye çıkıştı buna, koptum :D

Döndüm. Tur rehberi "Ne hissettiniz?" diye sordu, çeşitli cevaplar geldi. Yapıtın amacı "Dışarıdan önemsiz gibi gözüküyor ama kurban olan siz olunca acı çekiyorsunuz." dersini verebilmekmiş.



Bu araba parkı Hitler'in mezarının olduğu yermiş. Irkçılar buraya hacca gelmesinler diye Hitler'in burada olduğuna dair herhangi bir işaret yok burada. Belki bu evlerde yaşayanlar bile bilmiyordur ve "Her İsa'nın günü niye buraya kırmızı şemsiyeli biri gelip bir şeyler anlatıyor?" diye kendilerine soruyorlardır.

Bu arada bunlar da bisikletli yürüme turu yapıyorlar:



Trafik ışıkları komünist tarafta işçi şeklindeymiş. Trafik ışıklarına bakarak şehrin hangi tarafında olduğunu anlayabilirsiniz.





Bu çetin bina Nazi karargahıymış. Müttefik uçakları Berlin'i bombalarken buraya dokunmamış ileride işlerine yarar diye:



Bu ne çözemedim, rehbere de sormadım:



Bunu da çözemedim:





Vay ayı vay:



Berlin duvarının yıkılmamış bir kısmı:



Ekşiden okuduğuma göre duvar yıkılıp şehir geri birleştikten sonra yapılan ankette halkın daha mutsuz olduğu görülmüş. Doğu Almanyalılar bedava sağlık, eğitim hizmetinden sonra kapitalizmin rekabetçi ortamı yüzünden sudan çıkmış balığa dönmüşler. Batı Almanyalılar ise Doğu Almanya'nın yapılandırılması için alınan ek vergilerden şikayetçiymiş.

Yerde yan kesiciliğe dikkat edin uyarısı. Lan?



Burası Checkpoint Charlie, yani Berlin'in içindeki sınır kapısı. Karşıdaki KFC ve McDonalds Doğu Almanyalılara uzaktan gülümsüyor. Şimdilerde birkaç çakma asker pasaporta mühür basmak gibi saçma turist atraksiyonlarla kaponları eğlendiriyor.



Fotoğraftaki resimdeki asker burada nöbet tutan son askermiş, tek özelliği bu, ha bir de Amerikalı olması. Bence gereksiz bir resim.

(Ertesi günden)





Checkpoint Charlie'deki Charlie NATO kodlama alfabesinden geliyormuş, Alpha, Bravo, Charlie diye gidiyor alfabe. Checkpoint C aslında bu.

(Bu arada Berlin'de çektiğim fotoğraflar da bayağı kötüymüş, herkesten özür)



Burası Berlin konser salonu (efso çeviri), sol yanındaki Fransız kilisesi, sağ yanında da Alman kilisesi var. Protestanlık Almanya'da doğdu biliyorsunuz, Fransa'da baskı altında olan Fransız protestanlara Prusya krallığı kucak açmış, onlar da buraya gelmiş. Almanlar onlara kilise dikip kendi dillerinde ibadet yapmalarına izin vermişler.

Alman kilisesi: (ikisi birbirine benziyor ya da Alman kilisesinin fotoğrafını çekmeyi unuttum sizi kandırıyorum)



Turun son durağı Humboldt Üniversitesi. 1811'de kurulmuş.



1933'te üniversite öğrencileri yeterince Alman olmadığı gerekçesiyle bir çok kitabı yakmış. Yazarlar Yahudi genelde. Kitapların anısına boş kütüphane rafı anıtı var yerin dibinde:



Tur bitti, rehbere tipini verip Humboldt üniversitesine girdim. Bir şey yoktu içeride çıktım.





Tiergarten isimli Berlin'in en popüler parkına gittim. Hayli büyük bir, hepsini gezemedim.

Çiçek böcek fotoğrafı:



En filtrelisinden:



Potzdamer plazası, içinde sony center, legoland, sinema ve ıvır zıvır mağazalar var:







Bu ne bilmiyorum, Anıtkabir'e benziyor diye çektim:



Gezi bitti. Brandenburg kapısında arkadaşlarla buluştum. Burası hava kararırken ayrı bir güzel oluyormuş, ayrıca turist de yok fazla:



"Alexanderplatz'da övülen bir yer var oraya yemeğe gidelim." dediler. Dedim eyvah şehrin göbeğine götürüyor, fena girecek. O ana kadar Almanya'da hiçbir şey yemedim çünkü aşırı pahalı, Polonyaya göre 2-3 kat pahalı. Polonya'dan ve evden getirdiğim atıştırmalıklarla idare ediyordum. El mahkum gittik.

7 Singapurlu + 1 Singapursuz (ben) oturduk masanın başına. Menü geldi. Harbiden nusret gibi bir yer, 20-30 euro biftekler. Garson geldi sıradan siparişleri almaya başladı, hepsi de dersine çalışıp gelmiş öğrenci gibi sosyete edasıyla "Bifteğim şöyle pişmiş olsun üzerinde bu olsun." falan diyor. Sıra bana geldi "Gulaş" dedim, devamı gelmeyince "Bu kadar mı?" dedi "Evet" dedim. "Bilmemne bilmemne, bir orta boy T-bone ve bir orta boy gulaş!" diye dalgasını da geçti pis herif. Çorbay hemen bitirdiğim için "Şu arkadaşın gulaşı vardı unuttunuz mu?" diye *sanırım* makara yaptı. Hey Allah'ım. Bir kase gulaş çorbası da 5 euroydu, hayatımda içtiğim en doyurucu çorbaydı :d

Singapurlularla nostalji yaparım diyordum ama daha çok Singapur'u neden hiç özlemediğimi hatırladım masada. Konuşulanların %80'i anlamıyorum, gerisi de aşırı gereksiz muhabbetler. İngilizce'yi rezil ötesi konuştukları yetmiyor, arada da Çinçe'ye geçiyorlar. Yanımdaki kız, arkadaşıma Çince bir şeyler diyor, arkadaşım tercüme ediyor "Dün camı vuran kaçık herif bu muydu dedi." diye, muhtemelen Çincesini de anladığımdan korktu da hemen çevirdi. Kız "Kusura bakma ne zaman geleceğini tam anlayamamışız hepimiz de uyuyorduk." diyeceğine arkamdan Çince konuşuyor :) İki haftadır gezideyim, anlatacak birçok şeyim var ama pek umurlarında değil :P (Hak olsaydı yavaş yavaş konuşur zorla dinlettirirdi hepsini, özledim adamı) Tek anladığım muhabbet şu oldu: arkadaşım ve onun bugün gelmiş İngiltere'de mastır yapan arkadaşı siyaset konuşuyorlar, siyaset diyince Malezya başkanı Singapur başkanına nanik yapmış gibi bir şey bekliyorsunuz ama değil. Neymiş, Singapur'un şu anki başkanı, Singapur'un kurucusu ve eski lideri olan babasının evini kapatacakmış gibi millet anmaya gelip durmasın yol alsınlar biraz. Fakat bu ev de eldeki tek ulusal tarih barındıran yer belki de. Bilmeyenler için: Singapur Malezya tarafından "Biz sizi istemiyoz." denilerek özgürlüğe bırakılmış bir toprak parçası, konumu itibariyle önemli bir ticaret şehri ve dolayısıyla şehir devleti oluyor. Diktatörlükle yönetiliyor, protesto yasak, kırbaç cezası var, ülkeye uyuşturucu sokarsan idam ediliyorsun. Kendileri "benevolent dictatorship" diye tanımlıyorlar bunu. "Zenginim parama bakarım." diye takılıyorlar. Dolayısıyla bunlar siyaset konuşunca böyle komik bir durum ortaya çıkıyor.

Yedik, içtik, eğlenemedik. Garsona parayı verdim, 5 euroyu bozuk olarak verdi. "Kağıt yok muydu?" dedim, "Yok, inanmazsanız bakın yok." dedi cüzdanı göstererek. Berlin'de en değerli para 5 euro sanırım hiçbir yerde bulunmuyor.

Eve döndük. Önceki geceden uykusuz olduğumdan gider gitmez camış gibi yattım. Adamlar da bir şey yapmamış zaten, bavul falan toplamış.