İsviçre'de sosyal ve ekonomik hayat nasıl, üniversitede neyin araştırmasını yapıyorum anlatmadan giriş niteliğinde bir yazıyla ilk ayda neler olur bittiğini anlatayım dedim.

Özetle: Lozan'a varış, oryantasyon günleri, labı buluşum, biraz da sosyal ve ekonomik hayat.

Lozan'a varış (bir türlü varamayış)

Lozan'a gelebilmek oldukça sancılı oldu. Kontratımın başladığı, dolayısıyla Lozan'da bulunmam gereken gün 4 eylüldü ve bu kurban bayramına denk geliyordu. Yazın Doğu Avrupa gezisinde olduğum için bir de bunun biletiyle uğraşmamıştım. Geldiğimde ise Türkiye'den biletlerin 1500 lira civarında olduğunu gördüm. (Yuh) 

O kadar uzun süre başıma bir şey gelmeden gezebildiğim için artık kendimi korkusuz cengaver bir görüp farklı şehirlerden İsviçre'nin yakınlarında bir şehire bilet bakmaya bakmaya başladım. İlginçtir en uygunu Romanya'ya trenle gidip sonra oradan uçağa atlayıp İstanbul aktarmalı İsviçre'ye gitmekti ve İstanbul'dan uçmanın yarı fiyatına denk geliyordu. (Romanya'dan binmezseniz aktarma bileti yanıyor, ciddi ciddi Romanya'ya gidecektim.) Ondan daha iyi güneydoğu Sırbistan'dan (Niş) çok ucuz bilet vardı 540 liraya. Ciddi ciddi bunu alacaktım (sonradan öğrendim ki Belgrad-Niş arası 4 saatmiş ve Sırplar bu süreyi çok uzun buluyor.) en sonunda İstanbul'dan THY ile Milan'a ucuz bilet buldum 700 liraya. Milan'a aldım bileti.

Milan'da iki yarım gün gezdim. O da yetti zaten. Gezinin en komik olayı yirmi dakikalığına beraber gezip muhabbet ettiğim iki Alamancı Türk'ün "buralarda eğlenecek bir yer var mı?" ayağına şehirde çevirdiği yabancılarla (tabii kızlarla) muhabbet kurmaya çalışması, iş çıkmayınca içlerinden birinin öndeki iki türbanlı kadını gösterip "Al bunlara sor bunlar bilir" diye öbürüne patlaması, kadınların dönüp "Ne diyorsunuz evladım?" demesi, öbür elemanın "Teyze Türkiye maçını izleyecek yer arıyoruz da." diye kıvırması.

Eheh neyse bunu da gezi yazısına döndürmeyeyim. Yine de Senegalli bileklik satıcısı abilere selam.

Ertesi gün iki saat rötar yapan flixbusla akşama doğru Lozan'a vardım.

Oryantasyon

EPFL'nin doktora öğrencilerine gösterdiği ilgi muazzam, özellikle yeni gelenlere :P Her sabah hızlandırılmış Fransızca dersimiz var 9-11:30 arası. Lozan'da Fransızca konuşulduğu için Fransızca öğreniyoruz el mahkum.



Hoca çok tatlı biri. Kendisi Belçikalı, arada Fransızlarla İsviçrelileri karşılaştırıyor, kültürel olarak çok farklılar diyor. Kendisinden öğrendiğim ve tecrübeyle desteklediğim en önemli bilgi Fransız peynirlerinin leş gibi kokması. Değişik peynirleri denerken almış bulundum, buzdolabım leş gibi koktu. Ama akıllanmayıp daha kötüsünü yaptım, boşuna poşet israfı olmasın diye peyniri çantama koydum, eve gelene kadar erimiş, tüm çantam leş gibi Fransız peyniri kokuyor şimdi. Öf.

Gıda isimlerini öğrenirken yaşadığım kültür şoku:



(Evet meyve sebzelerin arasında canlı kurbağa keyf)

Dersten sonra serbest zaman, sonra da araştırma seminerleri. Tabii bunlar seminer değil, hocalar geliyor lablarını tanıtıyorum, şu kadar öğrenci alacağım gelecekseniz mail atın diyor.



Benim labına başvurduğum hoca:



Kendisi "Computational Education" (Bilgisayar Destekli Eğitim) çalışıyor ve David Duchovny'e benziyor.

Seminerlerden sonra da etkinlikler var. İlk gün fakültenin teras katında mangal partisi (etin kilosunun kırk dolar/frank (aynı şey) olduğu yerde kıtlıktan çıkar gibi yedim), üçüncü gün Great Escape denilen ve aynı adı gibi içerisinde adım atacak yer olmadığından içinden kaçtığımız barda beleş içki ve muhabbet.

Beşinci gün bir vadide rehberli hiking, La Sarraz diye bir köyü ziyaret, tarihi binaları gezi vs. Sonra da bol peynir, salam, çikolata ve şaraplı piknik. İleride öğreneceğim ki İsviçre'de her kokteyl (kokteyllere apero deniyor) mutlaka bunları içeriyor, yanına da artık kokteyli hangi ülkenin vatandaşı veriyorsa onun seçtiği yemekler oluyor. Ama özellikle peynir ve şarabın olmadığı bir kokteyl düşünülemez burada.

Birkaç resim:









Bir kere de arkadaşlarla toplaşıp "yemek festivali"ne gittik. Aman ne festival ama, ortada insan yok :D O gün bir de diskoya gittik, giriş beleşti ama hayatımdaki en kötü disko deneyimimdi. Dans eden yok, insanlar telefonuyla falan oynuyor, içeridekilerin yarısı yaşlı/orta yaşlı, para bol olunca tabii. Fazla dans etmeden çıktık, zaten aramızda dans gurusu yoktu.

Bir kaç tane de tüm doktoraları kapsayan etkinlik oldu, başka doktoralarla tanıştık. Sevgili arıyorsanız tamam da onun dışında diğer doktoralarla "Hadi bedava abur cuburları yiyerek muhabbet edelim." fikri bana çok cezbedici gelmiyor pek. Tüm doktoraların olduğu bir Bern gezisi vardı, o güzeldi.




Lab Seçimi

Geldik en zorlu kısma.

Ben okullara başvururken her okulda çalışabileceğim 2-3 tane lab olmasına dikkat ettim. Tabii burada da vardı, üç tane.

Lablardan birindeki hocayla kabul aldıktan sonra tanıtım günlerinde konuşmuştum, tutumu çok kabaydı. Zaten beni kabul etmeye de gönüllü değildi.

Başka bir tanesine yazın başvurmuştum, "Kusura bakma zaten yeterince öğrenci aldım, bir de koca bir sınıfla eğleneceğim, sana vakit ayıramam." diye cevap aldım hocadan. (Sonradan öğrendim ki ben de sonra başvuran bi elemanı almış. Benim C.V.'yi beğenmedi herhalde)

Geriye sadece tek bir lab kaldı. Hem Marttaki tanıtım günlerinde hem de şimdi neredeyse herkesle konuştuğum için anladım ki bu hocaya başka talep yok. O zaman meydan bana kaldı diyip lab tanıtımlarına gitmeyi bıraktım. İki haftanın sonunda Fransızca'yı da kırıp hocayla buluşmaya gittim.

Hocanın labı kütüphaneye kurulmuş. (Kütüphanenin peynir şeklinde tasarlandığını düşünürsek "Nerede çalışıyorsun?" "Peynirde" espirilerini istediğim kadar yapabilirim.)  Büyük bir lab, içeride en az bir on kişi falan cümbür cemaat çalışıyor.

Hocayla bir masaya geçip konuşmaya başladık.

Kötü haber: neredeyse herkesle konuşmuştum, konuşmadığım belki de tek kişi olan ve kimseyle konuşmayan Singapurlu kız benim pozisyonumu kapmış.

İyimsi haber: bir başka pozisyon açılmış, fakat hoca "Bu pozisyonun açık kalıp kalmayacağı belli değil, adamlar bana "Bunu yapamazsın." diyor, ben de "Bir denerim, araştırma demek denemek demek" diyor. Anlaşıldı şu an bu projeye başlama şansım yok. Başka projeler var ama hepsi robotik projesi. Benim de robotikten çaktığım yok.

Hoca "Seni Türklerle tanıştırayım sana labı gezdirsinler." dedi. Tanıştım. Çok iyi insanlar. Yalnız beni görünce şaşırdılar. Hoca, niyeyse, soyadımı ismim sanmış, "Elmas gelecek laba" demiş herkese. Türklerden biri de "Elmas Karadeniz yöresine özgü bir kız ismidir." demiş. Bütün labta Elmas isimli kız gelecek diye gereksiz bir heyecan olmuş. Ahahaha.

Bana labı gezdiren ağabey 4. senesindeymiş ve bu sene (biraz erken) mezun oluyormuş. Galatasaray lisesinden mezunmuş, Boğaziçi EE'de robot takımında görevler almış, şu anda da işi robotlar. Haritanın üzerinde robotlarla oynanan oyunlar geliştiriyormuş. Labtaki diğer Türk de burada önce staja başlamış çünkü pozisyon yokmuş, pozisyon olunca da hoca onu işe almış. Biraz muhabbetten sonra ayrıldık.

Dedim eyvah, geriye lab kalmadı. Arkadaşlarıma şakayla karışık "Ben labım belli diye seminerlere gelmiyordum, şimdi geleyim dedim." diyip son gün verilen iki seminere katıldım.

Kısmet mi dersin, kader mi dersin, mucize mi dersin, hızır mı dersin, tam o gün daha önce adını sanını duymadığım bir hoca adını sanını bilmediğim bir labın tanıtımını yaptı. Projeler de ne, hepsi data science (veri analizi) projeleri, yani tam aradığım şeyler. Adamın sitesine baktım, 2000'den kalma, adam siteyi güncellemekle uğraşmadığı için yeni projeler yok, eskiden uğraştığı güvenlik, gizlilik projeleri falan var. Dedim oh buldum labı. Herkes labını bulduğundan da başka rakip de yok, yine de elimi çabuk tutup hemen mail attım. Dedim özetle "Temel makine öğrenmesi, doğal dil işleme, bilgi tarama ve web programlama bilgisine sahibim." Cevap attı "Tam senin özellikle uygun ve bence ilginç olan bir proje var onu sana önerebilirim." Gittim görüştüm. Anlaştık.

Konu harbiden enteresan: hoca bana tweet verisi verecek, ben de o veriden kullanıcıların Trump politikalarından memnun mu değil mi olup olmadığına bakacağım.

Hocayla yaptığım projeyi daha detaylı olarak sonra anlatacağım.

Dersler

Doktorada (daha önce yazdığım gibi) sembolik birkaç ders almak gerekiyor sadece, bir tane "uzmanlık" dersini de 5/6 yani A/A- gibi bir notla geçmek gerekiyor. Ben veri analizi çalıştığım için Machine learning dersi aldım. Tek dersim bu. Dersin kotası yoktu, 400 kişi almış dersi. Oha.

Bu ne arkadaş?



Oturacak yeri zor bulduk.

Ders sayılmaz ama, isterseniz bedava dil derslerine kaydolabiliyorsunuz. Ben Fransızca dersine kaydoldum. Çok iyiydi.

Ortam ve Sosyal Hayat

EPFL'de doktora ortamı Amerika'dan çok daha iyi çünkü çeşitlilik var. Amerika'da labları geziyorum, hep Çinli, Hintli ve Amerikalı, araya serpiştirilmiş Türkler ve İranlılar. EPFL'de yedi kişiyle Türkler olarak çoğunluktayız. Hatta Sırp bir arkadaşım var dalga geçiyor "Ben Fransızca yerine Türkçe öğreneceğim, buradaki en popüler ikinci dil." diye. 5-6 Çintli Hintli, 3'er Sırp ve İtalyan, 4-5 İranlı, 2'şer Macar, Romen ve Lübnanlı, 1'er Polonyalı, Belçikalı, Fransız, Mısırlı, Yunanlı, Singapurlu, İngiliz, Rus, Brezilyalı ve Kolombiyalı (WTF) var. 1'i İran asıllı olmak üzere iki İsviçreli var, diğer eleman da Zürih'ten gelmiş. Yani Fransızca konuşan İsviçreli biri yok aramızda, buranın yerlisi yok. Merak edenlere: kız sayısı 10 falan.

Cumaları (daha doğrusu cicim ayları içindeki cumalar) okulun barında veya şehirde buluşup muhabbet ediyoruz. Whatsapp grubumuz var orada muhabbet edip paylaşımlar yapıyoruz veya buluşmalar düzenliyoruz. Arada saçma sapan hayvan muhabbetleri yapınca grubu trollüyorum, grubun ismini filan değiştiriyorum. Şu ana kadar koyduğum isimler: "Spider Mafia" (eleman odasında örümcek görmüş, resmini çekip atmış), "Turtle Mafia" (eleman uçaktaymış, önündeki kadının çantasında kaplumbağa varmış), "Fox Mafia" (arkadaş şehirde gördüğü bir tilkinin fotoğrafını başka bir grupta paylaştı, dedim bunu phd grubuna at da tilki geyiği yapalım), "Emoji mafia" (bunu başkası yaptı) ve son olarak "Cat Mafia". Ne pis geyiğimiz varmış birader.

İsviçre'de dağlar arasında yaşadığımız için Club montagne isimli öğrenci kulübü oldukça aktif. Mail listesine kaydoldum, sürekli mail geliyor, her hafta hiking'e gidenler var. Ben henüz gitmedim, havalar ısınınca gideceğim.

Dönem başlar başlamaz Ultimate Frisbee'ye başladım, doktoradan bir arkadaşımı da tavladım, haftada bir gidiyoruz. Malesef haftada sadece bir antrenman var.



Bilkent'ten bir arkadaşım da mastıra başladı, onun da mastır grubu var, hepsi Türk :D Arada onlarla takılıyorum, çok iyi insanlar.

Bir de benim milleti toplayıp Çiğ Köfteciye götürme aktivitem var. Yabancıları çiğköfte bağımlısı yaptım :3

Burada yazdıklarımı sonra detaylı anlatacağım. Şimdilik bu kadar.

Yaşadığım Yer

Tek odada yaşıyorum, Bilkent'te bir sürü saçma sapan tiple üç buçuk sene aynı odada kalmak zorunda olduktan sonra çok iyi geldi. Bir odaya vergilerle 800 frank ödüyorum, bu da şu an 3200 tl (frankla dolar neredeyse aynı bu arada) yani çok para. Kampüs içinde 600-700 franka odalar var ama doktora öğrencilerine vermiyorlar. (Gerçi ben başladıktan 3-4 ay sonra yeni yer açıldı yani istersem geçebilirim.)

6 katlı bir binadayım, her katta 7 oda, bir banyo, bir tuvalet, bir banyo+tuvalet ve bir de mutfak var. Katta ilginç bir nizam var, birinci kat Erasmus katı mesela, her taraf pislik içinde, benim olduğum kat ise karışık. Bir Alman Erasmus öğrencisi, bir İtalyan kemanist, bir ben, dört tane de lisans öğrencisi (bir Faslı, bir İspanyol iki tane de İsviçreli) var. Son dördü pek konuşkan değil. Özellikle İsviçreliler sadece yatmaya geliyor. İtalyan kemanistle çok iyi arkadaş olduk. Alman kız da bir garipti ama onla da iyi anlaşıyoruz artık.


Yurt (Soldaki):



Odanın harika manzarası:



Yaşadığım yer konum olarak kalınabilecek en iyi yer olabilir, gerçekten buraya alındığım için şanslıyım. Metro durağı hemen karşımda, metroyla okul 7 dakika, şehir merkezi 5 dakika. Hemen yurdun karşısında dönerci var, 9 franka süper doyuruyor. 9 franka şaşırmayın burası için oldukça ucuz. Türk marketi yürüyerek 10 dakika uzaklıkta. Çiğ köfteci de yürüyerek 15 dakika uzaklıkta. Yine hemen yurdun karşısında Coop marketi var, beş dakika yürüme mesafesinde de Aldi ve Migros isimli daha ucuz marketler var. Coop'ta Türk malları var, ayranımı oradan temin ediyorum.



Şehir merkezine yürüyerek gidip gelmek mümkün, gece partiden çıkıp yürünebilir. Okula ise pek değil. Bisikletle denemedim, ama çocukken kullandığımız scooterlardan aldım, onunla yarım saatte gittim birkaç kere. Ama dönüş bayır olduğu için sıkıntılı.

Benim mercedes:



Şehir

Şehirde pek bir şey yok, ama 133 binlik nüfusu olan bir şehir için oldukça hareketli, her haftasonu güzel etkinlikler var. Aynı nüfusa sahip Bolu'da iki hafta geçirdim, bir tane İstiklal caddesi havası verilmiş bir sokakta bardakta mısır yiyorsunuz, başka bir şey yok.

Detaylı bir şehir incelemesini sonra yazarım.

Ekonomik Hayat:

İlk ay babamdan tırtıkladığım paralarla yetinmek zorunda kaldığım için tam bir fakir hayatı yaşadım. 3 franklık plastik gibi mozarella yiyorum falan. Iyyk. Burada staj yapmakta olan ve şimdi ülkesine dönen Bulgaristanlı eleman bayağı bir şey bıraktı da onlarla idare ettim ilk ay.

Maaşı aldıktan sonra koy.. poşete (?)

İsviçre pahalı bir yer, dünyanın en pahalı yerlerinden biri. Lozan İsviçre ortalamasından da pahalı.

Ama neler pahalı? (1 frank 4 lira)
- Kiralar (800 frank ödüyorum, bu ortalama bir fiyat)
- Ulaşım (Tek yön bilet 3.7 frank, oha, ama aylık bilet 52 frank, indirimle 44 frank bu iyi.)
- Her türlü et (Kırmızı et 40 frank (oha), tavuk göğsü ucuz marketlerde 10 frank. Ben 13 franka donmuş İnegöl köfte alıp onu yiyorum genelde.)
- İçine insan gücü giren her şey. Yani dışarıda yemek çok pahalı.
- Trenler. Zürih'e gitmek 80 frank!! Ama %50 indirimimiz var. Bir de bir bilet var, alıyorsun akşam yediden sonra trenler beleş oluyor. Parası çıkıyor yani.

Onun dışında yeme içme pahalı filan değil. Ben anasının gözü gibi yiyorum. Sanırım 500 frank falan harcıyorum. Sigorta ve vergileri çıkarınca elime 3000 frank gibi bir para geçiyor. Her ay 1500 frank kenara atabiliyorum.

Kampüs içinde 12.5 franka doyurucu bir yemek (100-150 gram et, pilav/makarna, sebze, salata ve çorba) yemek mümkün. Fakat bunun yarı fiyatına çok daha lezzetli ve sağlıklı yemekler pişirebildiğim için yemekleri kendim hazırlıyorum. Ayrıca günde iki öğün yiyorum, klasik zengin Türk kahvaltısı + doyurucu bir akşam yemeği bana yetiyor. Singapur'dayken kenara para koymak için böyle yapıyordum, burada daha çok zaman kaybını azaltmak için yapıyorum.

*

Şimdilik bu kadar, buradaki her başlıktan ayrı ayrı uzun yazılar çıkar o yüzden kısa kestim. Bir dahaki yazıda görüşmek üzere.