Bu yazımda ben burada ne yapıyorum, vaktimi nasıl değerlendiriyorum, kimlerle takılıyorum onu anlatacağım. Şehirden çok fazla bahsetmeyeceğim, detaylı bir Lozan incelemesini sonra (vaktim olduğunda) yapacağım. Yazıyı konu başlıklarına böldüm, atlayarak okuyabilirsiniz de. (Ama bunu niye yapasınız?)

Not: Bu yazıyı yazdığımda 1 frank 4.7 liraydı. Buraya geldiğimde ise 3.90 idi.

İsviçre - Dünyanın En Müthiş Ülkesi Olabilir mi?

Önce İsviçre'yi yağlamakla başlayalım. Bu gözlerimlerimi sadece Lozan üzerinden yapıyorum ama sekiz milyon nüfuslu olan ve bizdeki coğrafi bölge kavramına sahip olmayan İsviçre'de yöreden yöreye büyük değişiklikler olacağını sanmam. İsviçre'nin coğrafyası özeti dağın eteğinde göl kenarına kurulmuş şehirlerdir arkadaşlar, belirli şehirlerin (Zürih, Cenevre, Lozan, Neuchatel, Zug, Interlaken) konumuna bakarsanız göreceksiniz. Dolayısıyla hava her zaman süperdir, yazın göle girebilir kışın dağda kayabilirsiniz (yağlamaya buradan başlamış olduk.)

Bir örnek, Interlaken:


Kaynak: shutterstock

İsviçre dünyanın en pahalı ülkelerinden biri, belki de direkt en pahalısı (Singapur diyen listeler var, hadi oradan diyorum) Ama burada yaşayan biri için aslında İsviçre aman aman pahalı bir yer değil. Kendim "vay be paraya bak" diyerek geldim buraya, şimdi öğrendim ki asgari ücretten biraz az alıyor muşum. Net maaşın yarısını falan anca harcıyorum, kira dahil. Dünyada böyle bir asgari ücret yok.

İsviçre'nin nüfusu 8.4 milyondur ve bunun yüzde %25'i göçmendir. Şehirlerde bu oran daha fazla tabii, Lozan'ın %43'ü göçmen. Yaşlıları çıkartırsanız herhalde bu oran %50'ye vurur, yani sokakta gördüğünüz her iki kişiden biri göçmen olabilir pekala. Bu muhtemelen İsviçreliler için harika bir şey olmasa da benim gibi bir yabancı için iyi bir şey; sıcak iklimlerinin insanları (genellikle) İsviçrelilerden daha samimi, dostluk kurması veya en azından ufak muhabbetler etmek daha kolay, şehirdeki bu çeşitlilikten dolayı şehirde farklı farklı etnik marketler ve restoranlar var (Etiyopya restoranı bile varmış) ve şehir oldukça aktif.

Bunun en zirve örneği barok dönemi eseri kütüphanenin önündeki meydanda Türkçe ve Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çekip ateşten atlayarak nevruz kutlamaktı. Daha absürdünü görecek miyim zaman gösterecek.

Lozan'ın nüfusu 150 bin falan. Buna rağmen her hafta bir yerlerde katılacak bir şeyler bulmak mümkün (dans geceleri, ucuz veya beleş dans dersleri, yemek festivali, çikolata festivali, lale festivali, koşu yarışı, bir şeyler konseri şu an aklıma gelenler.) En ilginci bir anda peydah olan ve bir ay sonra kalkacak olan lunaparktı. Tabii çoğu cacık, ama arkadaş grubunuzla "Bu hafta bir şeyler yapsak." derseniz seçenek bol. Bu kadar aktif olmasının bir diğer sebebi de bünyesinde bir sürü okul olması (EPFL (teknik üniversite), UNIL (sosyal bilimler üniversitesi), CHUV (tıp fakültesi), HEMU (müzik okulu) bunlardan bazıları. İnternetten bakıp hepsini listelemekle uğraşamadım)

Çok yazı oldu, alın size şehirden rasgele bir fotoğraf:


Yetmiyor mu? Kendi şehrinizden çıkın ve başka şehirlere akın. İsviçre'de (aslında genellikle Batı Avrupa'da) ulaşım pahalıdır ama burada yaşayanlara pahalı falan değil. Ben geçen yıl tanıtım için buraya geldiğimde Zürih havaalanından Lozan'a 80 dolara gidip oha demiştim (uçak bileti o kadardı 860 liraydı zaten) Fakat buraya geldiğimizde okul bize üç ay geçerli "Half Fare" kartı verdi ki bununla bütün trenler ve metrolar yarı fiyatına indi. İsviçre'de (ve sanırım diğer bir çok Avrupa ülkesinde, en azından Belçika'da öyleydi) trenler metro gibidir, sık geçer, vaktinde gelir, kapılar birkaç dakika sonra kapanır, gider. Aldığınız tren bileti tüm gün geçerlidir, trenlerde genelde boştur, ama tabii yoğun vakitteyse de ağzına kadar doludur ayakta gidersiniz. Ama Türkiye'deki gibi günler haftalar öncesinden koltuk rezervasyonu yapmanız gerekmez. Buna rağmen eğer bir İsviçreli gibi dakikseniz internetten önceden rezervasyon yaparak bileti bir daha yarıya düşürebilirsiniz. Daha da abartmak isterseniz bir yıllık kart var, onu satın alınca akşam 7'den sonra trenler beleş oluyor. (Yani öğrenciyseniz haftasonu bedavaya evinize dönüyorsunuz.) Ulaşım çok ucuz gördüğünüz üzere, ülke küçük ve şehirler birbirine görece yakın, büyük şehirler arasında en uzun mesafe Cenevre-Zürih arası, o da 2 saat 45 dakika???

İsviçre'nin komşuları Fransa, İtalya, Avusturya, Almanya!!!! Burada doğan biri AB üyeliği olmadığı halde dileğince bu ülkeleri gezebiliyor. Sanmayın ki gezmeyi selfi çekmeyi kutsallaştıran nesildenim. Yabancı ülkeleri gezmek demek farklı kültürleri tanımak demek, farklı kültürleri tanımak ise empati yapabilmek, hoşgörülü olmak demek. Belgradlı arkadaşım Saraybosna'da tatil yapıyorken biz ne Yunanistan'a ne Bulgaristan'a özgürce gidebiliyoruz, gebeşler vize istiyor. Doğuya trenle gitmek imkansız (zaten Irak'a gidip napıcan) Özetle buradaki insanlar çok şanslı (gerçi bu insanların kültür tanımak için yabancı ülkelere gitmesine gerek yok, yabancı ülkeler ayaklarına gelmiş) Lozan'dan Paris'e trenle Lyon aktarmalı gitmek 2.5-3 saat sürüyor, ben İstanbul'dan Yalova'ya 3 saatte gidemiyorum. (Ha bilet pahalı o ayrı)

Ülke içi ulaşım güzel ve rahat, peki şehir içi ulaşım? Lozan'da bir hat metro var, bir hat da hafif raylı sistem (bazen yeraltından gidiyor bazen yerüstünden, başka ne farkı var bilmiyorum, Bursa'dakine benziyor.) Ulaşım pahalı, yani 1 saat geçerli bilet için 3.7 frank nedir yahu? Trenler yarıya indiren kartınız varsa 2.4 frank, yine pahalı. Aylık bilet alıyorum, o ucuz, 52 frank, okul çalışan indirimi yapıyor %15, 44'e düşüyor. Yıllık bilet alırsanız 2 ay beleşe gidiyor, ama ben tatillerle ve evden çıkmadığım günlerle 3-4 ayı beleşe getirdiğimden yıllık bilet almıyorum ehehe.


Ama ulaşımın asıl bomba noktası sağladığı kolaylık. Lozan'da her mahallede tren durağı var neredeyse. Benim yurdumla tren durağı arası 200 metre, şehrin merkezinden benim mahalleye hızlı tren kalkıyor. Yani benim başka bir şehre gitmek için tren garına yolculuk etmeme gerek yok. Zürih havaalanından trene atlayıp eve kadar gelebiliyorum, sadece tek biletle (tabii çoğu zaman Lozan garından aktarma yapmak gerekiyor ama her zaman değil.)

Kolaylıklara değinmişken. Hayat insanların kolayına gelsin diye düzenlenmiş gibi. Bir çok ufak detay var, hepsi şimdi aklıma gelmiyor tabii de gelenleri sıralayayım. Neredeyse bütün marketlerde self checkout var, kasiyere diss atıp kendiniz ürünlerinizi okutup paranızı ödeyip çıkıyorsunuz. (Türkiye'de de var ama yaygın değil.) Okuldaki Migros'ta bazen güvenliğin durdurup "Ne aldın bakayım, bu rutin kontrol." diye kıllık yaptığı oluyo ama onun dışında güzel sistem. Markette kasiyerin yanında malları koymak için iki bölme var, eşyaları poşete (poşet paralı olduğu için çantaya) yerleştirirken stres olmuyorsun. ATM'den para çekerken küsüratlı para girmeme gerek yok, ATM kendi soruyor "Büyük banknot mu vereyim küçük mü?" diye. digitec ve Galaxus diye iki firma var biri elektronik eşya biri ev eşyası satıyor. Her nasıl rasgeldiyse bu firmalarla da aynı mahalledeyim. İnternetten sipariş veriyorum, mal adamların mağazaya gidiyor, ben malı mağazadan alıp ödemeyi orada yapıyorum. Mağazada birkaç tane göstermelik son teknoloji cihazlar var, başka bir şey yok, ama online mağazalarında gerçekten çeşit çok ve fiyatlar iyi. Airpodsu 165 franka aldım. Iphone X 1000 frank, dolardaki artışa rağmen hala Türkiye'den ucuz. Okulun bana verdiği öğrenci kimliği okuldaki tüm kafeteryalarda, hatta okuldaki Migros'ta hatta okulun barında geçiyor ve ödeme yapmak için kullanılabiliyor. Şimdilik aklıma gelen kolaylıklar bunlar.

İsviçre'yi yağlamak bitmez. Yaşamak için dünyanın en harika ülkesi mi? Karşılaştırabileceğim yerler: Singapur (4 ay yaşadım) Belçika (Bir hafta gezdim) Amsterdam (5 gün gezdim) Berlin (2 gün gezdim) özetle öyle pek gelişmiş yerleri gezmedim henüz. Bunlarla karşılaştırırsam İsviçre açık ara daha güzel bir yer.

İsviçre İnsanı

Göçmen dedik, yerel nüfus dedik, insanlarından biraz daha bahsedeyim. İsviçrelilerin en göze çarpan özelliği aşırı kibar olmaları. Merhaba, teşekkürler, iyi misiniz lafları ağızlarından hiç düşmez. Herhangi biriyle göz göze gelirseniz direkt merhaba der (durup muhabbet etmez tabii de). Bu olay batıda ortak sanırım, aslında keşke bizde de olsa, kaç kere üniversitede tanımadığım veya az tanıyıp çıkaramadığım, veya az tanıyıp "Ya dördüncü sınıfa geldik, bütün okulu az tanıyorum zaten. Her biriyle durup muhabbet edersem bütün derslere geç kalırım." diyip yanından geçip gittiğim insan oldu. Merhaba diyip vicdanımı rahatlatarak geçmem güzel olurdu. Bir keresinde bir şeyler taşıyan bir amcaya kapıyı açtığımda amca sağolasın diyip geçmek yerine bana güler yüzle dönüp "Bonjur Mösyö Mersi Boku" demişti de garibime gitmişti. Marketteki görevli abinin bana çarpıp "Özür dilerim!!" dedikten sonra çok az bekleyip sanki bir yerim kırıldı mı diye kontrol edercesine "Nasılsın iyi misin?" diye sorması da biraz abartıydı.

Tabii bu tip durumların istisnaları da yok değil, genelde has İsviçreli olmayanlar da var bu durum. Bu adamların da farkı muhabbet ediyor olmaları ama. Bir gün yurt arkadaşımla Erasmus partisine gittim. Erasmusçularla birkaç barı dolaştıktan sonra kulübe girmek için kuyruğa girdik. Millet muhabbet ederken kuyruğa dışarıdan biri girip kaynak yaptı. Baktım millete farkında bile değil. Adamla bakıştık. Sonra muhabbet açtım naber nasılsın nerelisin vs. Cezayirliymiş. (kavruk bir tip) 25 senedir burada yaşıyormuş falan çok da hatırlamıyorum ne konuştuğumuzu. İyi eğlenceler diyip kulüpte ayrıldık.

İyi ki adama bir şey dememişim, çünkü ertesi gece yine Erasmus partisine gittim (çünkü malım), bu sefer başka bir kulüpteyiz. Adamın kulübün güvenliği çıktı ya la!! Naber bro diye girdim lafa arkadaşlar arasında itibarım oldu. "Dünkü kulüp mü alır bugünkü mü?" diye muhabbet açtım. "Kendi kulübüne kaynak yapsana birader" de diyebilseydim keşke. Çıkışta taksi çekip evlere dağılırken kadının biri geldi, şarkı gösterip oynamaya bizi de oynatmaya başladı. Biraz muhabbet ettik, Sırbistanlıymış, taksimize girdi (musallat oldu) "Bas gaza kulübe" falan diyor, İngilizce bilmediğinden anlaşamıyoruz. Kadının kafa gidik olduğundan numarası değişimi yapalım sıkıntısı olursa yardım ederiz dedik (nası yardım edeceksek) kadın güvenmedi vermedi bize, gecenin bir yarısı o kafayla kılaba çekti gitti. Taksiciye dedim "Sokaklar tehlikeli mi bunun başına bir şey gelir mi?" "Yok la ne tehlikeli olacak." dedi. Taksici de Tunuslu. Türkiye'den olduğumu öğrenince bana reis güzellemesi yapmaya başladı. İngilizce bilmiyor, ben bir tane Fransızca cümle kurmayı başarana kadar kendisi üçüncü havalimanının farz olmasından girip imfye borcumuzun kapanmasından çıkıyor, cevap veremiyoruz. Ama inanın tüm o argümanlar Fransızca olunca kulağa hoş geliyor eheh.

Tabii bu samimiyetin kötü olduğu durumlar da var, o da zenciler. Burada hava kararınca insanlar da kararıyor. Beyazlar evine giriyor, zenciler kalıyor, sanarsın Nijerya'dayız. Hepsi de size "İyi geceler" demek için can atıyor. Sigara istiyorlar, bir şeyler veriyorlar. İsviçre'de belirli bir tip ot serbest, bir arkadaşım dedi, kafa yapmıyormuş ama lezzeti aynıymış (ne lezzetiyse bu) Neyse kafa yapanından istiyorsanız adresi verdim.

Aynı şekilde Tinder da İsviçre'nin demografik yapısını analiz etmek için iyi bir araç, çünkü o da göçmenler tarafından işgal edilmiş durumda. İsviçreli bir arkadaşım has İsviçrelilerin Tinder kullanmadığını söylüyor. Kullananlar da layk atmıyorlar zaten. Peh.

Ne Yiyip İçiyorsun?

Bazı ülkelerde dışarıdan yemek ihtiyaçtır (Örneğin Singapur ve Tavyan, bizdeki esnaf lokantası kültürü vardır ve daha yaygındır) bazılarında ise lükstür. Malesef İsviçre bunun lüks olduğu bir yerdir. Dolayısıyla dışarıda yemek oldukça pahalıdır ve ev yemeği yoktur. Şehirde döner ayran en ucuz 10 frank, bu da alabileceğiniz (ve yemek diyebileceğiniz) tek şey. Türkiye'dekinden 20 kat pahalı olmasa çiğköfteyle besleneceğim ama, o da olmuyor. Okuldaki kafeteryalar (yemekhane yok) nispeten ucuz, ama yine de doyurucu bir yemeğin fiyatı 12.5 frank yani 60 lira. Fiyatları tlye çevirirseniz delirirsiniz burada, 12.5 tl diyin, ulan yine pahalı :) Bu ücretleri karşılamaya durum elverse de ben artık yemeklerimi kendim yapıyorum. Okulun kafeteryalarının bir çoğunda mikrodalga fırın var, birçok insanın evde yapıp kaba koyup kafeteryada ısıtıp öyle yiyor, kafeteryayı sosyalleşmek için kullanıyor. (Arkadaşım müzik okulunda okuyor, orada kafeterya da yokmuş herkes evden getiriyormuş.) Ha ben okula pek gitmediğim için evden getirmeme de gerek kalmıyor, evde yapıp evde yiyorum.

Göçmenlerden dolayı etnik marketler var dedim. Türk marketi var, yurduma yürüyerek 10-15 dakika uzaklıkta. Malların bir kısmı Türkiye'den ama çoğu (özellikle et ürünleri) Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek, Almanya (oradaki Türk ve Yugoslav şirketleri) ve Makedonya'dan. Sordum "Niye burada bu kadar çok Arnavut malı var?" diye, "Bizim müşterilerin yüzde sekseni Arnavut, Türkler pek gelmez, gelenler de kafamızı ütüler." dediler. (Örneğin ben) Favori ürünlerim donmuş İnegöl köfte (kilosu 10-13 frank!!), börek (bir tepsi 10 frank), Kosova sosisi (bildiğim sosis gibi değil) ve lahmacun (tanesi 2.5 frank, otomattan kahve almanın 1.5 franka mal olduğu ülkede cennet) fiyatlar oldukça ucuz gördüğünüz gibi. Haftada bir bunlardan yiyorum. Haftada bir ya da iki kere markete uğradığım için adamlarla kanka oldum. Geçende canım boza çekti "Abi sizde her şey var boza yok boza getirin be." yaptım. Birbirlerine baktılar "Boza neymiş ki? Bir araştıralım." dediler. (Bu da enteresan) Çalışanlardan biri Kosovalı. Adam gitmiş bozayı Türkiye'den değil kendi memleketinden getirmiş. Sade de değil karamelli ve çilekli getirmiş. Denemek için aldım. Yurttaki azıcık içti "Bu ne lan şeker içer gibi." diye dalga geçtiler. Kendim zor bitirdim, aşırı şekerliydi. Ayıp olmasın diye bir dahaki gidişimde çileklisinden de aldım, o da milkshake gibi. Bir kere de kadayıf aldım, o da çok şekerli çıktı, baktım nerede üretilmiş diye, yine kosova. Adamların dilinin ayarı yok :D

İbretlik boza:



Ama Türk malı ve diğer egzotik şeyler için illa etnik marketlere gitmeye gerek yok. Coop'ta (ve diğer bir çok markette) bol bol Türk, Balkan, Uzakdoğu, Meksika, Hindistan vs. ürünleri mevcut. Ayranımı cooptan temin ediyorum. Ayran ile efes bira yanyana, Coop müdürü baktı Efes birayı alan yok ama ayran kapış kapış gidiyor, yatırımı milli içkimize yapıp biraların olduğu rafa da ayran koymaya başladı. Ben ayran almayı bırakınca iflas edecek adam. Bir de Sırbistan menşeili tavuklu güveç ve kuru fasulye favorim, mikrodalgaya atıp yiyorum. Adamlar bu ikisini buzdolabında bile saklamıyor artık nasıl bir katkı maddesi basmışlarsa. Kanser olmam inş.

Yine hemen yurdumun karşısında dönerci var, nispeten ucuz (9 frank) patron Türk (çalışanlar Afgan) ve bence lezzetli. Yani arkadaş sanki bu konumda bir yurdu sipariş etmişim de adamlar ben gelmeden önce inşa edip hizmetime sunmuşlar gibi. İki ay önce yeni doktora öğrencilerinin katıldığı tanıtıma gittim beleşe yemek yemeye. Tecrübeli doktoracı abilerden biri yeni doktora adaylarına Lozan'ı anlatıyordu. "Lozan'ın kötü tarafları var örneğin marketler 6'da kapanıyor ve pazarları açık değiller. Türk yemekleri bulmak zor vs. vs." adamı yalanlayıp "Abi bizim evin oradaki Türk marketi gece 10'a kadar açık, bitişiğinde kebapçı ve yüz metre ötesinde çiğköfteci var :thug-life:" Adam bana baktı "E sen Türkiye'ye taşınmışsın beya." dedi, koptuk vesselam.

Bunun dışında İsviçre mutfağından Rösti, Fondue ve Raclette favorim (zaten başka yemekleri yok) Rösti benim için patates kızartmasının yerine geçti, daha az yağlı ve dolayısıyla daha sağlıklı ve tabii yine hazır aldığım için yapması kolay, ayranla da iyi gidiyor. Fondü ve Raclette'i bol bol yerdim ama çok kalorili olduklarından artık yemiyorum, yalnız denemek için aldığım peynirleri önce normal halde sonra eritip deniyorum, eritince daha güzelse eritip ekmek banarak yiyip raclette yaptım diyorum. O da kurtarmazsa dandik peynirleri biraraya getirip budget gouda isimli piyasadaki en güzel ve en ucuz peynirle karıştırıp fondü yaptım diye kakalıyorum millete.

Yemek resmi koymak pek adetim değil, merak ediyorsanız Rösti, Fondue ve Raclette'i google'da aratın. Kendiniz falan da yapabilirsiniz evde, zor değiller.

İlk geldiğimde otantik yemekler falan da yapıyordum, hint yemeği yapıyordum ya la. Ama artık fazla zaman bulamadığım için yemek yapmayı bıraktım. Her şey fonksiyonel.

İsviçre'de Yaşamanın En Güzel Tarafı

Sıkı durun buna cevabım çok enteresan: İsviçre'de yaşamanın en güzel tarafı özgürce scooter binebilmektir arkadaşlar! Evet şu 8 yaşındayken bindiğiniz tek ayarla iterek sürdüğünüz dandik araçlardan bahsediyorum. Burada altmışı devirmiş teyzeler bile binmekte. Ben de aldım kendime kalitelisinden bir tane. Türk bakkalına 5 dakkada gidiyorum, dönüş bayır aşağı olduğundan eşyalar çantamda rüzgarı arkama alıp jet hızıyla yurda iniyorum. Okula 25-30 dakikada göl kenarındaki bisiklet yolundan zevkli bir yolculukla varabiliyorum. Neden bisiklet kullanmıyorum? Scooter oyuncak kategorisinde olduğu için "kask takılacak, ön ve arka ışıklar tamam olacak, bisiklet yolu kullanılacak" gibi yükümlülükler yok, bam bam istediğim gibi gidiyorum.

Benim mercedes:



Normalde bu kadar Instagram sevdalısı bir adam değildim de highlightlardan resim bulmak kolayıma geliyor.

İsviçre'de Yaşamanın Dezavantajları

Et aşırı pahalı. Ülke pahalı olunca yerli üreticiyi desteklemek için önlemler alıyorlar, dolayısıyla ben komşu Fransa'nın dandik ineklerini alıp burada ucuza satayım olayı yok, halis muhlis İsviçre ineği yiyoruz. Kırmızı etin kilosu 180 tl. 190 tl. 200 tl. Sürekli artıyor, durduramıyorum :)

Geri dönüşüm konusunda katı bir sistem var. Poşetler vergili, 17 litrelik poşet 1 frank. Ama geri dönüşüme ürün atmak beleş. Yani dönüştürmeyecekseniz para ödeyecekseniz. Geri dönüşüm ben yapıyorum ama bazı ürünlerin geri dönüşüm konteynırı uzakta (internetteki haritaya bakmak gerekiyor neredeymiş diye) onla da uğraşası gelmiyor insanın. Tenekeler uzakta örneğin, tenekeleri yıkayıp biriktiriyorum, odam teneke doldu :(


Sosyal Hayat

Cicim ayları geçti. Doktoralarla eskisi gibi buluşup takılamaz olduk. Tabii ilk nedeni insanların meşgul olması. Ama ikinci ve ana neden ise kırk beş tane homo sapiensin kırk dördün kombinasyonlarıyla aynı derecede samimi ilişki kuramayacağı gerçeği. Çok geçmeden gruplaşmalar, ayrı takılmalar ve hatta ortadan kaybolmalar başladı. Çinlilerin büyük bir kısmını en son yılın başındaki dağ yürüyüşünde gördüm. İranlıların "İranlılar Derneği" var, adamlar muharrem ayında toplanıp kerbela olayına beraber ağlıyorlar. Ben gitsem bedava pilav yer karnımı doyururum, kalabalığa uymak için de ilk gün ağlarım ikinci gün ağlarım da bir ay boyunca ağlayamam kimse kusura bakmasın. Ayrıca 8 ay oldu hala sizin ülke böyle bizimki böyle muhabbetlerinin olduğu oluyor ki arkadaş geçin artık bunları. Biz Türkler olarak 8 kişiyle doktora grubunda çoğunluğuz, hepimiz konuşkan, sıcakkanlı, samimi ve sosyal insanlarız, herkes bizi seviyor (ya da bana öyle geliyor) bir de bizim Türklerde "Yurtdışındayım, dünya vatandaşıyım herkese eşit davranmalıyım hepimiz kardeşiz." anlayışı var o yüzden yabancılarla iç içe gruplardayız ve herkesle iyi anlaşıyoruz. Diyecektim ama son zamanlarda bizdekilerde de (özellikle üst dönemlerde) birbiriyle takılma durumu gözlemlemeye başladım. Bakalım ne olacak.

Bana gelirsek, dönemin başında öğle yemeklerini tüm doktoralarla topluca yiyorduk. Arkadaşlarımdan bazıları gruptaki bi elemanın acayip kafa ütülemesinden sıkılıp öğle yemeklerini ayırdı (yatakları ayırmak gibi oldu) ben de arada onlara takılmaya başladım. Fakat aralık gibi Machine Learning sınavı için YGS/LYS'ye çalışır gibi çalışmaya başlayınca okula gitmeyi tamamen bıraktım (ki böyle bir zorunluluğum yok, genelde evden çalışıyordum zaten) okula gitmeyi bırakınca kimseyi görmemeye başladım. Hep yurtta olduğum için yurttaki arkadaşlarımla öğle ve akşam yemeklerini sürekli beraber yemeğe başladık ve çok iyi arkadaş olduk.

Yurt arkadaşlarımdan biri Münihli bir Erasmus öğrencisi. Mimarlık okuyor. Kaç tane erkek arkadaşı olduğunu sayamadım, sayamayınca sordum, "Hiç yok single'ım ben." dedi. Bu nasıl liberallik arkadaş :) Kendisi lisede üç senede Fransızca görmüş, üniversitede bırakmış, burada ise eğitim Fransızca. Derslerinde de çok başarılı. Erasmus Student Network'te görevli. Haftada birkaç gün dansa gidiyor, beni de başlattı. Almanlık ne kadar süper lan :) Beraber Amsterdam'a Brüksel'e geziye gittik, güzeldi. Yalnız onu tanıdıkça (ve diğer Almanların da davranışlarına dikkat edince) internette Almanlar hakkında yazılanların doğru olduğuna kanaat getirdim. "Almanlar direkttir, açıktır, açık sözlüdür (direkttir en iyi sıfat sanırım, bir de Türkçe olaydı)." Kendisi de açık açık söylüyor bunu zaten :)
O bir şeyden rahatsız olursa beklemez direkt söyler, aynısını kendi yaparsa sizin de uyarmanızı bekler, empati falan hak getire, işine nasıl geliyorsa öyle davranır. Örneğin yemek yemek için toplandık yemekten sonra muhabbet ediyoruz, muhabbetin çamura saracağını sezdiği anda "ders çalışmam lazım" der kaçar, hiç kibarlık edip az daha oturayım demez. Beraber dans gecesine gitmiştik, ben dans kulübünün görevli öğrencilerinden dans öğrenecektim o da orada daha önce tanıştığı tecrübeli bir elemanla dans edecekti. O eleman gelmedi, beraber dans ettik, "Sıkıldın mı?" dedim "Evet!" dedi. Hala arkadaşız :) Durumu kanıksadım artık, geçen de başka bir Alman arkadaşla (o da Münihli) muhabbet ediyordum, dedim "Türkiye'yi gezmelisin." "Erdoğan varken olmaz, otoriter rejimler sevmiyorum." dedi. Normalde fuck off derdim ama artık "Alman işte." diyip. En azından yüzüme gülüp içten içe nefret etmiyor, neyse o.

Diğeri İtalyan lisans öğrencisi, HEMU isimli müzik okulunda klasik müzik eğitimi görüyor ve keman çalıyor. Kankam dediğim adam 2000 doğumlu ya ahaha, beş yaş var aramızda. Burada en iyi anlaştığım kişi bu. Aşırı konuşkandır, bazen susmak bilmez. Ama hem İtalya'yla ilgili, hem İtalyan siyasetiyle ilgili, hem kendi müzik okulu ve oradaki arkadaşlarıyla ilgili bir şeyler anlatır ki bana çok uzak şeyler olduğundan ilginçtir. Müzik muhabbeti ederiz arada, aaa bak bu grup güzel, bunu yeni keşfettim neyse. Yalnız bu İtalyanların da fark ettiğim belirgin özelliği aşırı vatansever olması. Bir İtalyan'ı mutlu etmek için İtalya hakkında konuşmanız yeterli. Bir keresinde Alman arkadaş doğum günü partisi verdi, gitti dört tane İtalyan'ı yurda doldurdu. Doğum günü partisi oldu sana İtalyan gecesi. Ful İtalya muhabbeti döndü, geceyi de İtalyanca şarkılar söyleyerek noktaladılar. Asdas. En çok övündükleri konu tabii ki İtalyan mutfağı. Üniversite öğrencisi paso makarna yiyorlar. Ama makarna yapmak için onlar için bir sanat. (Böyle diyince mutlu oluyorlar.) Bir defasında fırında lahmacun pişirirken elemanın annesi gördü, döndü oğluna bişiler dedi, konuşmanın içinde bir pizza kelimesi geçti. İtalyan çocuk döndü "Önemli bir sorumuz var, bu pizza mı?" dedi. Pizza desem "Bu ne biçim pizza lan davar." diye dalga geçecekler biliyorum malımı. Bir kere de bunların bir makarna tarifiyle pilav pişirip trollüğüne whatsapptan resmini çekip attım. "İtalyanlar bu fotoğraf yüzünden seni öldürecek." diye sesli mesaj atmış. :d

Müzik okulundan birkaç arkadaşıyla da tanıştırdı sağolsun, iyi insanlar. Hepsinin çenesinin kenarı yarabere içinde keman çaldıkları için :d Kız arkadaşı var yarı İsviçreli yarı Alman, yurtta verdiğimiz partilere katılıyor o da. Ne İsviçreliler gibi soğuk, ne de Alman gibi kaba biri, bu iki ülkenin kombinasyonu iyi oluyor anlaşılan, biz de bulabilsek keşke :)

Amerikalı bir kız taşındı ikinci dönem yurda. Amerikalı olup da soğuk bir tip görmedim zaten hayatımda, o yüzden kısa zamanda alıştı ve okeye dördüncü oldu. Hoşsohbet biri, beraber Erasmus etkinliklerine ve Erasmus partilerine gittik birkaç kere. Yalnız Amerikalıların kötü özelliği de (bu çok ırkçı bir yazı olmaya başladı) her şeye evet demeleri ama günü gelince yan çizmeleri. "Azimliyazar bizim yurdun oradaki barda Tango geceleri var beraber gidelim." İki hafta sonra "Bugün boşum hadi gidelim." "Aaa ama benim bugün dersim var ya, Alman kıza sorsana." böyle olduğundan plan yapmak imkansız kızla.

Fransız bir kız var, ama İngilizcesi kıttır, pek de konuşmaz zaten. Güler yüzlüdür ama etrafta yıkanmamış bulaşık veya çöp atılmamış konserve vs. görse üzerine yapışkan not bırakır "Bu ne böyle toplasana bunu." diye. Odaya fazla uğramaz, pek görmeyiz.

Rusumuz eksik, o da gelirse ikinci dünya savaşı setimizi tamamlayacağız.

İsviçreli bir kız vardı, odayı sadece yatmak için kullanıyordu, odası mutfağa bitişikti, biz mutfaktayken gelip kulaklarına ameliyatla monte ettiğinden hiç çıkaramadığı kulaklığıyla "Selam!" diyip odaya kaçıyordu. Kızla iki dakikadan fazla muhabbet edemedik. Yerine Amerikalı kız taşındı. Bir de İsviçreli bir çocuk var, bilgisayar mühendisliğinde birinci sınıf. Ben soruyorum o cevaplıyor, muhabbet böyle ilerliyor. Sanarsın birinci sınıf benim. Bir de Faslı bir çocuk var o da birinci sınıf. Biraz utangaçtır ama en azından diğerleri gibi değil, konuşabiliyor :d Annesi ve babası gelmişti bir kere, kapımı tıklayıp börek ikram etmişlerdi, sahalarda görmek istediğimiz hareketler. :)

Bazı akşamlar ben, Alman, İtalyan, Amerikalı, arada Faslı ve İtalyan'ın sevgilisi, arada tanıtımda tanıştığım ve hakkında buraya yazdığım ODTÜlü doktora öğrencisi (eskiden bizim yurtta kalıyordu), doktoradan, Erasmus'tan veya müzik okulundan random kişiler toplanıp yemek yiyip muhabbet edip kutu oyunları falan oynuyoruz. Eğlenceli geçiyor vesselam.

*

Ben ilk dönem doktoradan yeterince iyi arkadaşlar edindim, Ultimate Frisbee takımının antrenmanlarına gittim orada da yeterince sosyalleştim, yurttakilerle de kanka oldum vs. ama artık dışa açılayım diye şubatta Türkiye'ye gidip döndükten Erasmus etkinliklerine gitmeye başladım. İsviçre'de normalde gerçekleştirmek için servet ödemeniz gereken aktiviteleri ucuza ve kendi okulunuzdan genç insanlarla yapabiliyorsunuz, ne güzel. Snowshoeing'e (karda kışta dağ yürüyüşü) gittim ilk, aşırı sis vardı hiçbir manzara göremeden gezdik, kötü oldu. Ama en verimli tanışma faslını burada geçirdim çünkü dönemin başında olduğundan çokça mastır öğrencisi gelmişti (bir iki ay sonra yok olup yerlerini Erasmusçulara bıraktılar) bazılarıyla asistanlık yaptığım derste karşılaşıp muhabbeti sürdürdüm. Tobogganing diye bir şeye gittim, simitin üzerine oturup karda kaydıraktan kayıyoruz. İki üç kayıştan sonra alışıyor insan. Aşırı gereksiz. Benim yurdun hemen yanında buz hokeyi stadı var (evet yok yok benim yurdun yanında) buz hokeyi etkinliği oldu, fırsat bu fırsat diye gittim. Yine beğenmedim çünkü içerisi çok, montla duruyoruz, kale arkasındayız top ufacık hiçbir şey anlaşılmıyoruz ve ayaktayız. Üç kere Erasmus partisine gittim, bazıları kötüydü bazıları güzeldi. Detaylara girmeyeceğim. :) Kızak kayma etkinliğine gittim. Bu iyiydi de İsviçre'deki dağ (Verbier) Uludağ gibi değil. Ağaç yok, bembeyaz her taraf. Pisti direktlerden anlıyoruz. Ben pistten çıkıp uçarak kayak pistine girdim, popomun üzerine düştüğüm için de bir hafta rahat oturamadım. Laser tage gittim bir kere (bu da benim oradaki çiğ köftecinin karşısında) güzeldi. Sitsit diye normalde sadece Finlandiya'da yapılan ama EPFL'den Finlandiya'ya Erasmus giden bir elemanın ithal ettiği bir etkinliğe gittim arkadaş önerisiyle. Mekan kiralayıp insanları oturtup hep birlikte şarkı söyletiyorlar, bu ne lan :)) Arkadaşlarla Türkçe ve İngilizce şarkı söylesek güzel olurdu da bizim eleman Fince İsveççe Almanca Fransızca İngilizce ne varsa karıştırmış, bir de iki dakika masadakilerle muhabbet ediyoruz adam susturup şarkı söyletiyor. Bu da felakatti. Sanırım en verimli etkinlik UNIL'de (EPFL'de değil) yapılan "Cultural café" etkinlikleriydi. Birkaç öğrenci kendi ülkesini anlatıyor, bitince beleşe yemek yiyip muhabbet ediyorsunuz, konu da hazır zaten. Kendim de sunum yaptım, beğendiler. (Gerçi 40 dakika tarih konuşmakla iyi mi yaptım bilmiyorum.)

Yine de haklarını vermek lazım, adamların her hafta 1-2 etkinliği var. EPFL'nin etkinliği yoksa UNIL'in var. Her hafta parti var. ESN parti yapmazsa Erasmusçular kendileri parti yapıyor zaten. Bizim Singapur'daki exchange çok dandikmiş.

Tobogganing böyle bir şey ama pist kısa ya hemencecik bitiyor:


Hokey Maçı:



150 bin nüfuslu şehir için tribünler tıklım tıklım dolu, Başakşehir'den daha fazla seyircileri var. Adamlar üşenmiyor abi.

Verbier:



Epey bir insanla tanışıp, birden fazla gördüğüm ve kaynaşabildiğim insanlarla facebook alışverişi yapıp bağı koparmamaya çalıştım. "Ülkelerine gezmeye gidersem buluşurum iyi olur." dedim Ama anladım ki Erasmuslardan sosyal grup oluşturmak benim için imkansız. Bir kere biri beni ev partisine çağırdı, gittim, adamların yurdu bizimki gibi tek bina değil, beş altı blok var, hepsi beraber yaşıyor, akşamları beraber parti yapıyor (yurdu gürültüyü takip ederek buldum) sürekli beraberler. Sadece iki üç etkinliğe giderek katiyyen grubun bir parçası olamazsın. Zaten belli bir süre sonra paso gezmeye başlıyorlar, onlarla gezecek vaktim hiç yok, bir kere yaptım, onda da yapmasamıydım diye çok düşündüm. Ayrıca aynı doktorada olduğu gibi burada da bir çok millet kendi vatandaşlarıyla takılıyor. Bahsettiğim sitsitte İspanyollar İspanyol masası rezerv etmişler resmen, şarkıları hep beraber söylediler. İskandinavyalılar İskandinavyalılarla, uzakdoğulular uzakdoğulularla. En garibi ise Singapurlular, arkadaş anadilin İngilizce senin ülken de 5 milyon, azıcık kabuğunun dışına çık. Yok illa yirmi Singapurlu beraber takılacaklar. Hey Allah'ım.

(Yalnız şunu da belirtmem lazım, aynı memleketten insanların beraber takılması her yerde var ama doktora olup da Erasmuslar'dan izole yaşamak sadece EPFL'de geçerli. Singapur'da öğrenci yurtları karışıktı, doktoralar Erasmuslarla yaşıyordu. Bilkent'te de aynı şekilde. Belçika'ya (Leuven) arkadaşlarımı ziyarete gittim, orada da bizdeki gibi insanlar ayrı ama sosyalleşme ortamı yurt değil özel bir yerde toplanıyorlar. EPFL'de böyle bir durum yok. Okulun barı var ama her daim kalabalık ve içeridekiler genelde yerli öğrenciler.)

Ayrıca belli bir süre sonra yeni insanlarla tanışmak sıkıcılaşıyor çünkü tanışırken yapılan muhabbetler hep aynı. Geçen yazki Doğu Avrupa gezim sırasında trenle Macaristan'dan Sırbistan'a geçerken kompartımanımıza Sırp abiler gelmişti. Türk olduğumuzu öğrenince koyu bir muhabbete girişmişlerdi, hayatlarında ilk defa Türklerle karşılaşmışlar. Çorbadan, köfteden, çarşaftan, bilimum kültürel benzerliklerden konuştuk, eğlenceliydi. Sonra buraya geldim. Yine Sırp arkadaşlar, yine kültürel benzerlikler, kelimeler bilmemneler. İyiydi. Sonra Erasmus'a gelen Sırplarla tanıştım. Kelimeler, yemekler.. yok arkadaş kusura bakmayın bunu daha fazla sürdüremeyeceğim. Papağan gibi aynı şeyleri tekrarlamak belli bir süre sonra sıkıyor. Yani gidip çıktı alayım da tanışırken okuyayım nasolsa aynı muhabbet, öyle düşünmeye başladım. Bunu okuyanların bir çoğu muhtemelen Allah başka dert vermesin kardeş diye düşünüyordur ama durum bu. Yaşlandık.

Frizbiye geçen dönem aksatmadan gitmiştim, beğendiler (daha doğrusu beni yeni başlayan sandılar ve bir dönemde gösterdiğim mucizevi gelişime anlam veremediler) ana takımın antrenmanlarına davet ettiler. Ana takımın antrenmanına bir gittim. Arkadaş halısaha maçı yaptığınızı ve atak yapanın derhal cezasahasına gidip gol bulduğu ve dakikada bir santra yaptığınızı düşünün. Öyle ki adamlar antrenmanda kural değişikliğine gidip santra yapmayı kaldırmışlar zaman kaybettiriyor diye. Frizbi maçlarında her sayı yapıldığında değişikliğe gidilir oyuncular dinlensin diye, bu adamların maçlarında ben hiç dinlenemiyorum ki, kalp atış hızım normale dönmeden oyuna geri dönüyorum. Yok arkadaş bunlar fazla pro çıktı, öbür takım da çok noob, ortası yok diyip antrenmana gitmeyi bıraktım ahaha.

Bu dönemki ana uğraşım Rock and Roll dansı oldu. Oldukça eğlenceli, tavsiye ederim. Şehrin merkezindeki bir barda EPFL & UNILli  öğrenciler önce 45 dakika giriş düzeyinde eğitim veriyor, sonra müziği açıyorlar herkes bar kapanana kadar dans ediyor. Dedim ne güzel hem bedavaya dans öğreniyorum hem de okuldan insanlarla tanışıyorum. Çoğunlukla kızlar yeni başlayan olarak geldiği için birilerini ikna etmeme de gerek yok. Sıkıntı ise insanlarda kararlılık diye bir şey yok, aynı Bilkent'teki spor kurslarında olduğu gibi bir gelen ikinci kez gelmiyor, tanıştığımız birini tekrar göremiyoruz. İki hafta üstüste benden başka sadece bir kişi geldi, oldukça sıkıcı geçti doğal olarak. Ama geçen sınıf arkadaşımla karşılaştım mesela o eğlenceliydi. Şans işi özetle.

Eee Hep Partilerden Bahsettin? Sen Hiç Çalışmıyor musun?

Öyle değil. Buradaki rutinim Bilkent'tekinden çok daha değişik. Yeri geliyor saat 9'da kalkıp gece 12'ye kadar çalışıyorum, özellikle çok kod yazmam gereken zamanlarda oluyor bu. Çok verimli bir çalışma olmuyor çünkü kodun çalışmasını beklemem gerekiyor. O yüzden yan tarafa Türk dizisi açıyorum (bu aralar favorim siyaset programları) Böyle aralıksız haftanın her günü çalıştığım zamanlar oldu. Tek eğlencem yatağa yatıp okuduğum ve uykum gelince okumayı bıraktığım kitaplar ki bu şekilde 2-3 kitap bitirdim. Makale okumam gereken zamanlarda bu kadar çalışamıyorum, kafa yanıyor. Grafik çıkarma, rapor yazma, ders çalışma da söz konusu olunca aynı, çok sıkıcı bunlar. Yukarıda bahsettiğim etkinliklere giderken etkinliklere katılmak ve arkadaşlarla akşam yemeği yemek dışında yaptığım hiçbir şey yoktu. Halbuki Bilkentte'yken her dönem 7 ders alır, bunlara gider, üzerine paso çalışır ödev proje yapar, bir de üzerine haftanın üç günü antrenmana gider, bir de üzerine her gün kitap/film/dizi/oyun dörtlüsünden birine vakit ayırırdım. Artık bunlar yok malesef.

İkinci dönem bir tane ders alıp, bir tane derse asistanlık yapıp (ve o dersi öğrencilerden önce öğrenmeye kasıp) üzerine A2 Fransızca ve yanında çok lazımmış gibi İngilizce münazara dersi alıp kendime işkence ettim. Bunlar yüzünden çalışacak adamakıllı üç ful gün falan kalıyordu geriye. Hayat çok zordu. Hocaya sordum "Hocam yavaş mıyım nasılım sizce?" yavaşsın deseydi dil derslerini falan hep bırakacaktım. "It's okay." dedi yine. Eyvallah dedim.

Kararlılık demiştik, 15-20 kişi başladığımız Fransızca dersini 4-5 kişi bitirdik. İngilizce dersi de aynı şekilde. Dönemin başında Fransızca'da A2 kuruna başladım, dönem sonunda Fransızca sayı saymayı unuttuğum tüm sınıfın önünde tescillendi, hoca da koptu. İyi neyse ki İngilizcem gerilemedi, bu da bir şey.

Ders Asistanı Olmak

Hocamın dersi "Distributed Information System" diye toplama bir ders. İçinde yapay zeka (Machine Learning), arama motorları (Information Retrieval), sosyal ağlar, veri tabanları vs. yok yok. Ders yapay zeka ağırlıklı olduğu halde EPFL nedense bunu sistem dersi saydığından ve benim de en az bir sistem dersi almam gerektiğinden bu ders benim için biçilmiş kaftandı, kesinlikle almalıydım. Ama malesef derse kendimi asistanlık yaparken buldum çünkü başka asistanlık yapacak ders yok piyasada. Fransızca konuşursanız var da, konuşamıyorsunuz ya size asistanlık yapmanız için alakasız mastır dersleri veriyorlar (benim gibi Twitter verisiyle uğraşan bir arkadaşım elektronikteki sinyal işleme dersine asistanlık yapıyor) ya da "Şuna calculus dersi verdirelim, diğer Fransızca konuşan asistanların arasında kaynar, en olmadı sınavlarda ağaç gibi dikilip kopya çeken var mı ona bakar." diyerek saçma işlerle uğraştırıyorlar.

Beş asistanız, ki zaten labta 5 doktorayız. Asistan olarak sorumluluklarım diğerlerinden azdı. Adamlar geçen dönem dersin egzersizlerini yazdılar, ben dersi alacağım için yazmadım, toplantılarından kaçtım. Ucuz yırttık. Sabah dokuzda başlayan iki saat blok dersten sonra elele laba gidip egzersizi anlatıp öğrencilerin sorularını cevaplıyoruz. İlk bir iki hafta konular bildiğim konulardı, egzersizleri önceden çözüp gidiyordum, paşa paşa cevaplıyordum soruları. Ama konular zorlaşınca ve hazırlanmaya zaman bulamamaya başlayınca labta soru sormasınlar diye saklanacak delik aramaya başladım. Zaten lablar zorunlu değil, istersen gidiyorsun, bir aydan sonra lab boşalıyor, hep aynı gıcık adamlar gelmeye başlıyor onlar da nerede ıncık cıncık şeyler varsa onları soruyor deli olacağım başka işin yok mu birader ya başıma iş çıkartıyorsun.

En sancılı işimiz quiz hazırlamak. Her quiz 8 soru, çoktan seçmeli, verilen süre 15 dakika. ÖSYM'ye o kadar adam kafa kafaya veriyorlar yine yanlış soru hazırlıyorlar diye kızıyordum ama meğer adamların günahını almışım. Soruları biz hazırlıyoruz, sonra hocayla toplantı yapıyoruz, hoca sorulara bakıyor, birkaç düzeltme yapıyor. Quiz'den sonra labta quizin üzerinden geçiyoruz, bir çıkıntı diyor "Hocam bu şıkka doğru demişsiniz ama öbürünün de doğru olduğu durumlar var..." hoca bakıyor "Hmm en iyisi ikisini de kabul edelim." diyor. Böyle böyle bir tane sınavda üç şıkkın birden kabul edildiği oldu ahaha. Ben de beş sene önceki paragraf sorusu tecrübelerimden yola çıkarak kendi ismimin geçtiği upuzun sorular hazırlıyorum "Azimliyazar en sevdiği arama motoruna "en güzel kumsallar" yazdı ama arama motoru nedense sadece Türkiye'deki kumsalları gösterdi, bu duruma ne denir?" falan diye. Millet bıktı benim tuhaf sorularımdan.

Bir de quiz gözetmenliği işi var. Quizler bilgisayarda moodle isimli site üzerinden yapılıyor. Dolayısıyla kağıt okumamıza gerek kalmıyor. Sınavdan önce asistanlardan biri anons yaptı "Sosyal medya yasak! Tarayacınızda sadece bir tane tab açık olmalı!" diye. Bunu görünce ben quizi kapalı kitap olduğunu düşündüm. Amfinin arkasından laptopları kontrol edince de baktım ki herkeste sadece moodle açık. Ama çaktırmadan slaytlara alttab yapıp sonra geri alan çakallar var amfinin en arkasındayım görüyorum hepsini. Gittim yanlarına uyardım. Direkt kağıttan bakan bir kız gördüm, bu ne cesaret yiğidim dedim onu da uyardım. Ama sonra içime kurt düştü, sordum asistanlardan birine "Ya bu sınav açık kitap mıydı?" diye, "Valla öyle olması lazım." dedi. Hocaya sordum "La biz mal mıyız kapalı kitap sınavda bilgisayara izin verelim." dedi. Dersin forumundan anons yaptım, "Arkadaşlar tam anlaşılmamış galiba sınav aslında açık kitaptı." diye tüy diktim. O uyardığım kız da "Asistanlar arasında hala sınavın açık kitap olduğunu bilmeyen hayvanlar var!" diye veryansın etti. Bu da böyle bir anımdır.

Daha bir de final soruları hazırlaması var, ben konuları bilmiyorum. Dersi alan arkadaşlarımla dalga geçiyorum "Arkadaşlar perşembe saat 3-4 arası benim etüt saatim, gelin etüt saatime, öğretin bana şu konuları kurbanınız olam :'(" Adamlar yerlerde...

*

Benim Lozan'daki hayat hikayem bu, bütün bir seneyi özetledim neredeyse. Şimdi doktora yeterlilik sınavına gireceğim için günlerim paso çalışmakla geçiyor. Dersler bitti. Öğrenciler yakında gidecekler, yerlerine stajerler gelecek ki kampüsteki açık yemek yerleri batmasın. Yine de sessiz kampüs günleri beni bekliyor.

Doktora güncesinde bundan sonra yazacağım yazılar: detaylı bir Lozan incelemesi (buradaki yürüme turuna katılıp öyle yazacağım) ve ikinci bir araştırma günlüğü. Bunlardan sonra seri bitecek, ondan sonra her yıl veya yarıyıl hayatımda neler değişti onun güncellemesini yaparım. Şu genel seçimleri bir sene geriye almasalardı dehşet projelerim vardı Türkiye siyasetiyle temalı veri analizi yapacaktım hatta seçimleri tahmin edecektim. Ama yetişmeyecek diye bıraktım, sadece veri topluyorum, yine de sağlam veri topladım şu ana kadar. Bir şey çıkarsa ondan bahsedeceğim.