(...Başlık havalı oldu...)

Çok yönlülük vs. uzmanlık temalı, biraz hayat hikayesi, biraz abi nasihati, oldukça da uzun bir yazı okumak isterseniz buyrun.

*

"Yes Man" filminde Jim Carrey, mesai bittiği gibi soluğu DVD dükkanında alan, günlerini iş-film-iş-film şeklinde geçiren asosyal ve sıkıcı bir adamı canlandırır. (bazen diyorum ne güzel hayat :D) Arkadaşları bu adamı bir türlü dışarı çıkaramazlar. Sonra eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Bu arkadaş "Bir cemaate girdim ve hayatım demişti." diye bunu alır cemaate kaydettirir. Bu cemaatteki insanların ana ilkesi her şeye "Evet!" demektir. "Gitar kursu var yazılır mısın?" "Evet!" "Korece kursu?" "Evet!" "Kimyasal gübre işine gireceğim ortak olur musun?" "Evet! Ama elini sıkmam." "Das Kapital diye bir kitap buldum çok güzel!" "Evet!" Sonra lanet olası federaller "Komünist lan bu." diyip adamı içeri tıkarlar. Özetle cemaatin her türlüsü kötü arkadaşlar girmeyin.

(Azıcık spoiler oldu ama neticede komedi filmi, açın izleyin gülün :))

Bu film 2008 yılında çıktı, izlediğimde orta sondaydım, yaşım 12, ergenliğe yeri giriyorum. Belki "Bir film izledim ve hayatım değişti." çok klasik bir laf, blogumda da defalarca filmlerden çıkarım yaparak fikirlerimi desteklemeye çalıştım. Ama bu durum farklı. Eğer bir film hayatımda köklü bir değişiklik yapmışsa o film bu filmdir.

Nedir beni etkileyen? Bu filmde Jim Carrey tabiri caizse her şeyi yapıyor. Gitar kursuna yazıp çatpat gitar çalıyor, sonra gidiyor bu yeteneğiyle intihar etmek üzere olan bir adama serenat yapıp adamın hayatını kurtarıyor. Korece kursuna yazılıyor, gidiyor mağazada çalışan Koreli kızla Korece muhabbet ediyor, hayat sana da gülecek muhabbeti yapıyor onunla hatta alıyor onu arkadaşıyla karşılaştırıyor. Bir evsize tüm parasını verip beş parasız kaldığı kötü bir günün sonunda bir kızla tanışıyor, kız onu durduk yere öpüyor, sonra sevgili oluyorlar. Kız da Zooey Deschanel.


Tabii ki bu filmi 12 yaşındaki bünyeye damardan verirseniz ergenimiz özecenektir, özellikle de son kısma. Sonuç: her şeye mümkün mertebe evet demeye çalışan bir azimliyazar. Tabii kimse bana gelip "Korece öğrenir misin?" demediği için kendi evetlerimi yaratmaya başladım bir süre sonra. Kendi hayatımı eleştirmeye başladım, "Odun gibi yaşıyorum, hiçbir şey öğrenmeye çalışmıyorum, sadece zevkli olanı yapıp zamanı geçiriyorum." Bir bakıma haklıydım çünkü, özelikle yaz tatillerinde, tek yaptığım şey boş boş oyun oynamaktı. Okul zamanı da hocaların davetiyesiyle katıldığım satranç kulübü ve edebiyat kulübü dışında hiçbir şey yapmıyordum, evde oyun oynuyordum. (Bu sayede İngilizce'm iyi gelişti ama.) (Tabii 12 yaşından küçük bir çocuğun kendi başına bir aktiviteye başlaması pek mümkün değil, ebeveynlerin insiyatif alması gerek.)

Lise ikiden itibaren (Yaş 15) sistemli olarak yeni şeyler deneyip keşfetmeye başladım. Ha öyle çok anormal şeyler beklemeyin. İşte yabancı diziler, sitcomlar, IMDB Top 250'yi bitirmek üzere verilen gereksiz bir uğraş, animeler, kişisel gelişim kitapları, tarihi romanlar. Filmleri sadece izleyip geçmiyor, hakkındaki yorumları da okuyor (genelde ekşi sözlükten) neler anlattıklarını anlamaya çalışıyordum. İnternetten origami videoları izlemeye başlayıp, kartondan bumerang yapıp uzun süre tenefüslerde sınıfta uçurup tüm sınıfın nefretini üzerime çekmişliğim vardır zira insanlar ne zaman sınıfa girse etraflarında bir şeyler uçuyordu.

Bu arayış döneminde bence kayda değer yaptığım üç şey var. Birincisi bilgisayarda oynadığım Yu-Gi-Oh!'un orijinal kartlarını alıp İstanbul'daki turnuvalara katılmak. Ortamı internetten tanıdığım için giriş yaparken korkmadım ve ortama da çabuk alıştım, bundan sonra da herhangi bir sosyal ortama çekinmeden girebildim.

İkincisisi de şu: ilkokulda oynadığım Japon Rol Yapma oyunlarına baktım, dedim "Bu adamlar bunu nasıl yapmış? Nasıl oluyor bu işler?" O kadar zor olmasa gerek. RPG Maker isimli hazır oyun yapma motorunu buldum. Kullanmayı 1-2 senede karıştırı karıştıra, İngilizce forumlarda da dolaşarak öğrendim ve lise 2'de güzel bir 3 saatlik demo çıkardım. (Hatta rpgturk.niceboard.net ve rpgtr.com sitelerinin sahibiydim. Bunlar bayağı aktif forumlardı.) 3 saatlik demodan sonra bir daha oyun yapmakla uğraşmadım. Dedim neyse bilgisayar mühendisliği okursam uğraşırım, tıp yazarsam zamanım boşa gidecek. (Çok yanlış.) Ama sonuç olarak mükemmeliyetçilik yapıp kendimi tutoriallara boğmadan, kod yazmayı bile öğrenmeden, kurcalaya kurcalaya oyun yapmayı öğrendim kendi kendime.


Üçüncüsü de bateri çalmak, daha doğrusu çalmaya çabalamak. Bizim lisede bir müzik odası vardı, oranın gediklileri vardı, her tenefüste orada olup bir şeyler çalarlardı. Bateri vardı kocaman, adamın biri lambur lumbur çalardı biz de dinlerdik. 14 yaşında olup bateri çalan birini yakından izleyip özenmeyecek bir ergen yoktur öyle diyeyim. Sonuç, nurtopu gibi bir elektronik davul sahibi oldum. (Böyle bir şey). Bateri kursları çok pahalı olduğundan kendim internetten İngilizce kaynaklardan çabalayarak öğrenmeye koyuldum. Malesef bateri çalma işi blok flütteki gibi notalara bak çalış şeklinde değildi. Bir yığın tekniği ve egzersizi vardı. Hepsini yapmaya kalksan sabah 9 akşam 5 çalışman gerekir. Tabii muhtemelen Türkiye'de duman coverlayan ortalama bir davulcu ergen hiçbirini yapmıyordu. Yine de iyi bir davulcu olmak için şart olan bu egzersizler benim mükemmeliyetçi bünyemi boğuyordu.

Fırsat sitelerinden birinden bulduğum kuponla bir ay derse gittim. Adamın anlattığı çoğu şeyi bildiğim için fazla bir yararı olmadı ama en azından aklıma takılan sorularıma cevap buldum. Sistem önemliydi ama aslında her şey çalışmaya ve sabırlı olmaya bakıyordu. (Bahsettiğim, okulun bateristi de iki senede falan çalabilir hale gelmiş zaten.) Dersler bitince devam ettim, 1-1.5 senelik araştırma, az buçuk egzersiz yapma, basit şarkıları çalma ve komşularla papaz olma macerasından sonra "YGS-LYS'ye gireceğim, en iyisi üniversiteye bırakayım, üniversitenin kursu falan olur hem." diyip ara verdim. Malesef hiç devam edemedim çünkü Bilkent'in kursu falan yoktu (vardı da sadece müzik fakültesindeki öğrencilere veriyorlardı.) ve kursa gitmek için sürekli şehre gitmeye üşeniyordum. Kaldı öyle. Daha hala youtube'u açar sevdiğim grupların "Drum cover"larını dinlerim ama. Favorim:


Üniversiteye geldik. Kulüpler, spor kursları, dil dersleri, enteresan felsefe dersleri... Dahası bilgisayar mühendisiyiz ve keşfedecek bir yığın alan var, bunlarla aktif uğraşan insanlar var. Algoritma çözmeyi seven olimpiyatçılar, linux sevdalısı özgür yazılım kulübü üyeleri, her hafta Unity dersleri veren oyun geliştiricileri... Hevesli bir insanın kudurmaması elde değil. Bir sene Çince çalışıp, tenis, masa tenisi kurslarına yazılıp hatta abartıp oryantiring dersi alıp bir dolu kulüp etkinliğine katıldıktan sonra dedim ki "Yahu o kadar çok şeye bulaştık ki bu kadar şeye nasıl vakit bulacağım diye düşünmekten gece gözüme uyku girmiyor." Blogtaki zaman yönetimi ile ilgili yazımı da bu dönem yazdım. Günde 4 + 1.5 + 0.5 veya 5-6 + 0.5 saat uyumak gibi abidik uyku programlarını denedim. Uyku programları pek tutmadı ama Power Nap çok işime yaradı, onu da bloga bu dönemde yazdım (Bu ve bu). Ama zamanı ne kadar yönetirseniz yönetin yine de hayatınıza sığdırabileceğiniz şeyler sayılı. Üstelik bunlarla uğraşırken eskisi gibi oyun oynayıp keyifli vakit geçiremediğimi fark ettim. Filmler ve diziler de keza öyle. En sonunda "Bilkent'in ücretsiz psikolojik danışma servisi var. Gideyim konuşayım bakalım problemim neymiş belki hap map verirler." diyip biraz da Çocuklar Duymasın'daki Meltem entelliğiyle Bilkent'in psikoloğuna gittim. Anlattım "Liseden Almanca'm var ona devam etmek istiyorum ama burada da Çince'ye başladım. Bateri çalıyordum kaldı öyle. Dersler de çok ağır vakit bulamıyorum hiçbir şeye." 4 seans gidip bunları anlattım. Tamamen zaman kaybı olduğunu düşünüyordum, karşıdakinin beni anlamadığını düşünüyordum, ta ki psikoloğun "Sen kendini geleceğe çok fazla odaklamışsın. Seni deşarj ettirecek bir şeylere ihtiyacın var. Sosyal bir aktivite bul kendine." Tamam dedim, içimden de "He oldu bir tane daha aktiviteye başlayıp yarım bırakayım."

Fakat, ikinci sınıfta, yine bir arkadaşımın davetiyle (ana kuralımız hayır dememekti değil mi?) öylesine antrenmanına gittiğim Ultimate Frisbee sporunu çok sevdim ve psikoloğun haklı olduğunu anladım. Gerçekten de bir takım sporuyla düzenli olarak ilgilenmek deşarj ediyordu, zaman su gibi akıp geçiyordu. Üstelik "En azından spor yapıp kilo veriyorum." diyerek de aktiviteyi gerekçelendirebiliyordum. (Harbiden verdim bu arada.) Spor konusunda aşırı beceriksiz olduğumdan ve çok yavaş öğrendiğimden harikalar yaratamıyordum ama şansıma takım da süper değildi. (EPFL'de çok süperler diye oynamayı bıraktım ahah.) Antrenmanlarda önce basit pratikler yapıyorduk (frizbi at öbürü koşsun tutsun gibi) bunlar zevkliydi, maçlarda pek varlık gösteremesem de yaptığım bir-iki sayı ve asist beni o gün mutlu etmeye yetiyordu.

Bundan başka bir de "Madem kilo verdim, vücudu toplayayıp güzel gözükeyim." diyip vücut geliştirmeye başladım. Birkaç ay gittikten sonra 27 yaşında bir adamla konuştum. Adam "Ben sekiz sene önce başladım, haftanın yedi günü yapıyorum. Yalnız askerdeyken ara verdim, 80 kilodan 63 kiloya düştüm vücudum bozuldu." diyince "Anlaşıldı bu da bateri gibi disiplin istiyor en iyisi erkenden bırakmak." diyip bıraktım.

Üniversite ikiden sonra durum koptu ve artık maksimum öğrenmeyi değil de maksimum zevki hedef alarak yapmaya başladım her şeyi. Felsefe derslerinde kasmadan öğrenmeye baktım, oryantiringi pek beceremesem de her yarışta sonuncu gelsem de zevkli olduğu için devam ettim, komik gelecek ama "Emekliliğimde George R. R. Martin gibi romanlar yazmak istiyorum. Gidip kılıç tokuşturup ok atmayı öğreneyim." diyip eskrime ve okçuluğa yazıldım son sınıfta. Okçuluk sıkıcıydı ama eskrim hocası benim kurslara devamlı gelip öğrenmeye çalışmamı takdir etti hatta beni Türkiye üniversiteler şampiyonasına götürdü. (Orada da anca tek maç almayı becerebildim de, neyse artık. ) Derslerde başarılı, ders dışı bulaştığım her şeyde ise fevkalade başarısızdım, ama artık, aynı ilkokuldaki bilge halimde olduğu gibi, tek amacım zevk almak, deşarj olmaktı. Zaman boşa akıyordu belki ama ders başına oturduğumda da tazelenmiş oluyordum. En azından sonsuza kadar ders çalışacağım hissiyle çalışmıyordum.

Zaman kısıtlı olduğu için ne eskisi gibi çok oyun oynuyordum ne de sürekli kitap okuyordum. Bir dönem gelirdi canım oyun oynamak isterdi, oynardım, oyunun ana hikayesi bitene kadar veya oyun kendini tekrarlayana kadar. Zirvede bırakırdım yani. Canım isterdi birkaç gün üstüste bir sürü film izlerdim (özellikle final dönemlerinde). Canım isterdi iki üç haftamı bir kitaba ayırırdım vs.

Peki durup dururken hayat hikayemi niye anlattım?

Ben ergenlik dönemimde böyle bir arayışa girdim. Ama sadece benim değil, birçok insanın da bu veya benzer bir sorundan muzdarip olduğunu düşünüyorum. (Tabii ortalama bir Türk gencinin değil, ama ortalama bir Türk gencinin bu blogta işi ne zaten. Bu yazıyı buraya kadar okumuş kişiler benim hedef kitlem.) Sürekli "Üniversiteye yeni geçtim ikinci yabancı dil tavsiyesi verir misin?" diye mail alıp "Etme eyleme, bırak boşver." diye cevaplandırıyorum. Kendim gibi bilgisayar mühendisliği + felsefe yandalı yapacak herkesi itinayla vazgeçirmeye çalışıyorum. "Boğaziçi elektroniği kazandım, endüstriyle çift anadal yapıp finansa kaymayı planlıyorum." diye soru alıyorum "E direkt finans yazsana, elektronik okuyup memnun kalmayıp finansa kayacağım temalı kariyer hedefi mi olur." diye hevesini kursağında bırakıyorum adamın. Kimsenin bu cevapları sallamayacağının, herkesin burnunun dikine gideceğinin ben de farkındayım.

Donanımhaberde sürekli "Hobi tavsiyesi." diye konu açılır (özellikle yaz tatilinde) Tabii bunların bazıları evde canı sıkıldığı için açar da, azımsanamayacak bir çoğu "Artık asosyallikten, boşluktan kurtulup yeni bir başlangıç yapıyorum." kafasıyla açılmıştır. Bunu daha iyi yansıtan bir örnek de "Kişisel Gelişim Kitabı Tavsiyesi" istemektir, kişi okuyayım adam olayım ister. (Bu kitapların alayı çöptür bu arada.)

Bizi bu arayışa sürükleyen ana etmen, bence, toplumdur sosyal hayattır. Çok yönlülüğün, "kültürlü" olmanın, "sanatla iç içe" olmanın, paso bir şeyler okumanın, yaratıcı, araştırmacı ve tabii sosyal olmanın abartı olacak kadar yüceltilmesidir. (Bilgiye ulaşmanın kolaylaşması da katalizör görevi görür, ama yazıda buna değinmeyeceğim, zaten bu iyi bir şey.)

Çocuklar duymasının rahmetli TGRT'deki en eski bölümlerinden birinde aile yemek yerken Havuç ablası Duygu'ya "İnek." der. Baba Haluk "Höst ne biçim konuşuyorsun ablanla." der. Havuç da "İyi de baba siz çok ders çalışan kişilere inek demiyor muydunuz?" der. Baba mavi ekran verir "Bizim sınıfta ablan kadar güzel kız yoktu ki." falan diye geveler. Anne Meltem ise "Ablan hem edebiyatla ilgileniyor, hem tiyatro yapıyor hem folklör oynuyor, her türlü aktiviteye katılıyor. İnekler sadece ders çalışır." der. Akabinde ekran başında olan tüm çalışkan öğrencilere bunları yapmıyorsanız ineksiniz mesajı verilmiş olur.

Çukur dizisinde kahramanımız Yamaç mafya babasının oğludur ama sığır adam değildir. Çok süper gitar çalar. Sevdiceğini Fransa'ya götürür, orada Fransızcasıyla şov yapar. Yazarlar bunu bile az bulmuş olacak ki bir de adamı Walter White misali kimyagerlik skilli basmışlar ahaha.
(Not: Bu diziyi sadece üç bölüm izledim. Tekrara düşüp hiçbir şey anlatmayacakmış gibi geldi, bıraktım.)


Kim milyoner olmak isterde ilkokul-lise mezunu tiplerin her şeyi biliyor olması alkışlanırken üniversite mezunlarının başarısızlığı videolara konu olur. (Bu program eskiden böyle değildi.)

Edebiyat derslerinde klasikler anlamsızca yüceltilir, Aşkı Memnu en süper romandır. Harry Potter gibi kitaplar da aşağılanır. Klasikler neden klasiktir, onları okumanın faydası nedir? Bunları oturup anlatmaya zahmet eden bir edebiyat öğretmenine rastlamadım. İkinci sınıfta bol bol tasavvuf reklamı yaptı hocamız. Bir tasavvufçunun bir saniyesi bile planlıymış. Bunu hem ergen, hem de mükemmeliyetçi bir bünyeye damardan verirsen adam sonra "Hiçbir şeye zamanım yok ya." diye kanser olur çıkar tabii.

Bu örnekleri çoğaltabilirim (ama şu an yapamıyorum çünkü aklıma anca bu kadar geldi) ama uzun lafın kısası şu: çok yönlülüğü toplum yüceltti, balon gibi şişirdi, hepimizin kafasında ideal "çok yönlü" bir insan imajı oluşturdu. Böyle olmayanlar da haleflerine böyle olmayı nasihat etti. "Ben olamadım sen ol." dedi. Halbuki bu nasihatin gerekçesi tecrübeleri değil kendi arzularıydı.

Ve geçen yazımda da atıf yaptığım, binlerce ergenin başucu eseri olmuş şu entry
Her ne kadar katıldığım bir çok madde olsa da tezimi doğruladığı için bu entryi seçtim. Entry zaten ilk üç maddede direkt olarak "Şu dilleri öğren, şu müzik aletlerini çal, şu dansları yap." tarzı emirler yağdırıp insanı boğuyor. "Kendi yemeğini pişiremeyen erkek adam değildir." ile toplum baskısını buram buram hissediyoruz. Beşinci maddede "İğrenç müzikler dinleyip nöronlarını öldüreceğine günün verimsiz zamanlarını bir şeyler öğrenerek geçir." diyerek tam da benim yazının başında anlattığım sonu psikologta biten dramda olduğu gibi paso bir şeyler öğrenmeye çalışmayı överken müzik gibi harika bir deşarj aktivitesini nöron öldürme olarak nitelendiriyor. (Sanarsın beyin cerrahı.) Dokuzuncu maddede basitçe Amerikalıların "GAP year" diye nitelendirip geleneksel olarak yaptığı, Türk insanına hiç uymayan (zaten şu anki eğitim sisteminde de mümkün olmayan) aktiviteyi özendiriyor. Ve işte o müthiş madde: "Zıpkından bilmemneden anlayabiliyorsan ne mutlu, ben anlayamadım içimde kalmadı." Valla ben de davul çalamadım içimde kaldı ama her okuyucuma da gidip davul çalmasını salık vermiyorum şahsen. (Farklı içki tiplerini denemiş olmanın kültürlü olma varsayıldığı madde de bonus olsun.) (6., 7. , 8., 16. maddelere tamamen, 10. ve 11.'ye kısmen katılıyorum.)

Ben size Boğaziçi elektroniği bırakıp Boğaziçi felsefeyi bitirip Amerika'da felsefe ve "bilişsel bilim" (cognitive science) çift anadalıyla doktorasını bitirmiş, Bilkent'te ikinci sınıfta Zihin Felsefesi dersini aldığım (şu an ODTÜ'de) zeki, kültürlü, işini iyi ve severek yapan Mehmet Hilmi Demir hocamın bana nasihatini yazayım. O sıralar "Benim sosyal bilimlerle aram iyi, Türkçe'yi de ful çekmiştim zaten, bilgisayar mühendisliğiyle sosyal bilimlerin ortak alanlarına kayayım." diye gaza gelmiştim. "Hocam sizin doktoranızı aldığınız aldığınız alan böyle bir alanmış." diye ona danışmıştım.

O da "Hiç tavsiye etmem. Bence direkt bilgisayar bilimi doktorası al. Öbür türlü çok genel (generalist) bir adam oluyorsun. Yani her şeyden biraz anlıyorsun ama hiçbir şeyde uzmanlaşamamış oluyorsun. Rönesans zamanında bilim adamları ve sanatkârlar böyleydi ama çağımızda böyle adamlara ihtiyaç yok. Tersine bir konuda uzmanlaşmış kişilere ihtiyaç var." demişti. (Felsefenin o zamanki bölüm başkanı olan aslen Yapay Zeka'da uzmanlaşmış bir bilgisayar bilimcisi olan Prof. Varol Akman da benzer şeyler söylemişti.)

Gerçekten de, Rönesans zamanı bilim adamlarına bakarsanız C.V.'lerinin epey kabarık olduğunu göreceksiniz. Leonardo Da Vinci mesela, döneminin önemli bir "filozofu, astronomu, kartografı, matematikçisi, heykeltraşı, ressamı..." diye 14 maddelik bir listesi var. Zaten araştırırsanız göreceksiniz ki çok ayran gönüllü bir adammış, başladığı işi sıkıldığı için yarım bırakır ötekine geçermiş. Sadece o değil, bilimin sistematik bir şekilde kollara ayrılmadığı her çağda böyle bilim adamları mevcut.


Fakat günümüzde başarılı kişilerin bu özellikte olduğunu göremiyoruz. (İstisnalar vardır tabii de, önemli düzeyde değil.) Kendi alanım olan bilgisayar mühendisliğinde başarılı kişilerin hepsinin ortak özelliği kodlamaya çok ufakken merak salmaları ve sonra yürüyüp gitmeleri. Silicon Valley'de kahramanlarımız rakip firmalarla amansız bir mücadeledeyken obua çalacak zamanı bulamazlar mesela. Mark Zuckerberg facebook'u kurup voleyi vurduktan sonra fikirlerini çaldıkları için ödeme yaptığı ikizler başarılı yazılımcılar olduğu kadar madalyalı milli yüzücülerdir de, fakat isimlerini hiçbirimiz bilmeyiz. (Benim de madalyaları var mı yok mu kontrol etmek için "zuckerberg stole idea twins" diye arama yapmam gerekti.) Dünyaya Mark Zuckerberg isimli inek yön vermektedir. Esrarkeş Elon Musk aynı anda önemli bir denizaltı fotoğrafçısı değildir, kısıtlı boş zamanını beş çocuğuyla (sürüsüne bereket Elon kardeş) ve FPS oynayarak geçiren normal bir adamdır. (kaynak)

İkinci örnekteki adamlar günümüzde dünyaya yön verirken ilk örnektekilerle "Jack of all trades, master of none." diye dalga geçiliyor. Celal Şengör jeolojist olmasına rağmen televizyon programlarında çıkıp felsefe konuşuyor, "Hegel salaktı." diyor ve dolayısıyla felsefede uzman olmadan konuştuğu için eleştiri alıyor. (Hoş bu adam çok güzel konuştuğu için popüler bilim/kültür niyetine dinlerim herkese de tavsiye ederim.)

*

İkinci yabancı dile heves etmiş bünyelerden aldım maillerden sonra "İkinci yabancı dil işinize yaramayacaksa boşverin nasıl olsa unutacaksınız zamanınıza yazık." temalı yazı yazdım. Yazarken kendim başlayıp unuttuğum diğer şeyler aklıma geldi. Bunlara ilişkin tecrübelerimi ve önerilerimi anlatmak istedim. Amacım "Kös kös oturun bir şey yapmayın nasıl olsa bir işe yaramayacak." demek değil elbette. Anlatmak istediğim: bir şeyler yapıyorsanız ya pratik faydası olduğu için ya da gerçekten zevk aldığınız için yapın. Tabii ikisi birden aynı anda olabiliyorsa o tip eylemlere öncelik verin ve önceliklerinizi iyi belirleyin. 

Birkaç öneri...

Eğer siz de benim gibi belirli bir yaşa kadar dişe dokunur bir hobi sahibi olamadıysanız, bu durumda mutlaka sahip olmanız gereken iki en güzel ve yeterli hobi:
1- Okumak (roman okumak değil)
2- Spor yapmak

1- Okumak
Okumak en kolay hobidir! Gereken tek şey bir tane göz? Hızlı okuma naneleri falan var ama onları boşverin. Okurken okuduğunuza odaklanıp hayallere dalıp gitmediğiniz takdirde her okuma verimli.

Okumakla ilgili en çok eleştirdiğim nokta, yine yazının anafikriyle bağdaşacak şekilde söylersem, kitap okumanın abartı yüceltilmesi, Türk insanının okumadığından dem vurulması, kitap okuyanların gazete küpürlerinden derledikleri "Kitap okumanın yararları" paylaşımları yapıp kendilerini üstün görmeleri. Sanki okudukları o yararları bünyelerinde çoktan sağlamış gibi. Soruyorsun sonra "İyi ne okuyalım?" Cevap: "Olasılıksız okuyun, heyecanlı bir eser." Oldu o zaman.

Bu kısmı da ayrı bir yazıda uzun uzun inceleyeceğim ama buraya da kısaca yazayım. Ya arkadaşlar "Olasılıksız" okuyacağınıza gidin Jason Statham'ın kovalamacalı filmlerinden izleyin. Farkı ne? Birinde kovalamacayı kafanızda oynatıyorsanız öbüründe Jason abiniz sizin için oynuyor paşa paşa. "Ama roman okumak zihni geliştiriyor." Arkadaş google'dan zihni geliştiren 1001 şey bulurum ben, klasik müzikten tut patlıcanlı kerevize kadar. "Ama romandaki betimlemeleri okumak hayal gücünü geliştiriyor." İyi geliştirsin. Yazar mı olacaksın, resim mi çizeceksin? Cevap hayırsa artistliğin kime? Tabii ki yazarın kendi hayat görüşlerini anlatmak için yazdığı ve iyi yazdığı, dolayısıyla insanın fikir hayatına katkıda bulunan romanlar mevcut. Ama sırf heyecanlı diye okuduğun romanlarla entelim diye çıkma karşıma, kabul et "Zevk için okuyorum." de.

Okumaya başlamak için en güzel soru: "Bu adam bunu nasıl yapmış?" Veya cinsiyetçi olmayan versiyonu: "Nasıl oluyor bu işler?" Özellikle kendiniz deneyip başaramadığınız veya daha önce kafa yorup içinden çıkamadığınız konularda okuma yaparsanız daha bir iştahlı okuduğunuzu fark edeceksiniz. (Sebebi kıskançlık :))

Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter falan çok seviyorum, Elder Scrolls Skyrim'e bayılıyorum. İhsan Oktay Anar Osmanlı'da geçen İstanbul merkezli bir fantastik roman yazmış. Bu adam bunu nasıl yapmış? Puslu Kıtalar Atlas'ını okuyun. (Bu fazla tipik bir örnek oldu.) 

Fransızlar krala karşı ayaklanıp ihtilal yapmış (halbuki bizimkiler gazı yedi oturdu) (şaka tabii) bu adamlar bunu nasıl yapmış? Nasıl oluyor bu işler? Ansiklopedik bir okuma yapabilirsiniz tabii ama İki Şehrin Hikayesi'ni okuyarak işi o havayı solumaya götürebilirsiniz de. 

Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa’yı keşfedemedi? Bu dahiyane sorunun yayınladığı kitap "Tüfek, Mikrop ve Çelik", cevap da kitabın içinde (ve başlığında) gizli. 
(Gerçi burada da adamın biri kitabı güzel özetlemiş, sorunun tam metnini ararken denk geldim.)

Bu Japon abi bitcoini nasıl yapmış? İnternetteki milyon tane bitcoin makalesinden birini okuyun.

Ya Avrupa bölük pörçükken ve küçücük kıtada milyon tane millet yaşarken Çin neden hep tek devlet tek millet olarak kaldı. Bu adamlar bunu nasıl yaptı? Kitap okumanıza gerek yok. Şu google aramasını yapmanız yeterli. (Aynı aramayı Türkçe yaptığımda güzel sonuçlar bulamadım.)

Örnekler çoğaltılabilir... (parmaklarım ağrıdı)

Ufak bir önerim var: aktif okuma yapın. Elinize bir kalem alıp kitaptaki beğendiğin kısımların altını çize çize, bazı satırların yanına notlar ala ala ("Yazar burada şunu demiş, burada saçmalamış, oha noluyor burada vs. vs.") ve hatta her bölümün sonunda bölümün kısa bir eleştirisini yapıp öbür bölümde olacaklar üzerine tahmin yapıp bunları da bölüm sonundaki boşluğa yazmanız aktif bir okuma yapmanızı sağlacak, böylece kitabın üzerinde gerçekten düşünmüş olacaksınız, düşünmüş olunca da kitaptan öğrendikleriniz ve aklınızda kalan kısımlar artacak. Ciltli kitap değil de .pdf okuyorsanız da "Insert text" diyin (ve adobe yerine foxit kullanın)


2- Spor yapmak
Yani bunun yararını benim anlatmama sizin okumanıza gerek yok. Yapın işte. Bir öneri: sevdiğiniz arkadaşlarınızla yapıp anı biriktirin. Veya tanımadığınız insanlarla yapıp, anı oluşturup arkadaş biriktirin. (Çok çıkarcı biriyim evet.) Teknik gerektiren sporlar var, az teknik gerektiren sporlar var (okçuluk, oryantiring) neredeyse hiç teknik gerektirmeyenleri var (hiking) Seçim yaparken stratejik olun dolayısıyla. (Not: Kantır oynuyorum artık o da spor diyip bu maddeyi atlamayın lütfen diyorum.)

Bu iki hobi size ömür billah yeter.
Bir de illa hobiye dönüştürmeden yapabileceğiniz ve muhtemelen yapmakta olduğunuz olduğunuz dolayısıyla biraz teknik bilgiye sahip olmanın fena olmayacağı aktiviteler var. Bunların başlıcaları: yemek yapmak ve fotoğraf çekmek.

Diğer öneriler:

Kendinizi dizginlemeyi bilin.
Evet belki Yamaç gibi gitar çalıp Fransızca konuşup evde laboratuar kurup deney tüpleriyle topitop yapıp bölüm sonunda da kedi seven Sindirellayla evlenmek çok havalı. Fakat olmuyor işte. Bu karakterler günümüze uygun karakterler değil. Rönesans'ta kaldı. Elon Musk gibi inekler kazanıyor artık. Kusura bakmayın Meltem Hanım.

Her konuda mükemmeliyetçi olmayın.
Ne o, kendinizi dizginleyemediniz mi?
Ben de öyle düşünmüştüm. Tabii hobi olarak astronotluk yapmak istiyorsanız "Bir uzaya çıkıp hava alın." diyemem ama eğer içinizdeki mükemmeliyetçiyi yenebilirseniz birçok konuda hevesinizi almak mümkün.

Yine Çocuklar Duymasın'daki mandıra filozofuna özendiyseniz felsefe öğrenmeye en başından başlamanıza gerek yok. (Felsefenin tanımını bilin tabii de, felsefe yolda olmaktır.) Bilkent'te ikinci senemde felsefe yandalına yeni başladığımda birinci sınıf dersi olan "Felsefe'ye giriş I" dersini aldım, sonra bunun devamı olan "Felsefe'ye giriş II" dersini almak yerine gittim üçüncü sınıf dersi olan "Zihin Felsefesi" dersini alıp abilerin yanında felsefemi yaptım. Öğrenciler bu derse daha önce 10 tane ders alıp 2.5 sene felsefe görmüş olarak geliyor, dolayısıyla insan "Ben bunlar kadar tecrübeli değilim, çok acemiyim, temelim yok, dersleri takip edemem." diye korkuya düşüyor. Sonuç: Derslere kitabı okuyup gidip (kitap inanılmaz zevkliydi, "Philosophy of Mind" yazar Jaegwon Kim ama kendinizi dizginleyin.) derste en çok konuşan ben olmasam da ve bazı öğrencilerin tartışmaları başka yönlere çekip takip etmeyi zorlaştırdıkları olsa da dersten birçok şey öğrenerek ayrıldım, sınavdan da tam puan aldım. Zihin felsefesi yapay zekayla bir bilgisayarcı için harika bir dersti, pastanın üzerindeki çilekti, ama birçok felsefeyle ilgilenmek isteyen bilgisayarcı arkadaşım "Ben acemiyim ya baştan başlayayım." diyerek mükemmeliyetçilik tuzağına düştüler, gittiler birinci sınıf dersleri alıp pastanın dibindeki kekle idare ettiler.

Dahası bu hikayedeki tuzağa düşmüş başka birisi de benim, çünkü Zihin felsefesi öğrenmek için yandal yapmama veya ders almama gerek yoktu. Elimizin altında internet var hepimizin. Merak eden bir hafta okuma yapıp not çıkarıp arkadaşlarıyla da paylaşarak (veya blog yazarak :D) zihin felsefesi hakkında üstünkörü bilgi sahibi olabilir.

Peki nasıl olacak bu? Birinci kaynak tabii ki wikipedia. Wikipedia candır.

Zihin felsefesi makalesine bakalım:
https://en.wikipedia.org/wiki/Philosophy_of_mind
Başına 0 konulmuş link

Bu da Bilkent'teki güncel Zihin felsefesi müfredatı:
https://stars.bilkent.edu.tr/syllabus/view/PHIL/308/20172?section=1

Dikkat ederseniz wikipedia makalesinin müfredatla aynı konuları işlediği, hatta sıranın bile aynı olduğunu göreceksiniz. (Consciousness ve mental causation bölümlerine ayrı makale yazılmış, herhalde felsefeden çıkıp psikolojinin alanına girdiği için.) Ne derste ekstra bir şey anlatılıyor ne de wikipediada. Wikipediadaki ana makaleyi okuduktan sonra beğendiğiniz kısımlardaki linklere tıklayarak ektra okuma yapabilirsiniz. Örneğin bilgisayarcılar "Functionalism" kısmında ek okuma yapmalılar kesinlikle.

Wikipediada tek yazılı kaynak değil tabii. Tonlarca üniversite veriyor bu dersi, onların da yayınladığı sürüyle ders notu var. Bazıları ders videolarını internete koyuyor. MOOC adı verilen coursera gibi çevrimiçi ders sitesi var. Var oğlu var. Siz daha acemi bir şey bakıyorsanız aramalarınızı "Introduction .." şeklinde yapıp daha kolay sindirilebilir kaynak arayışına da girebilirsiniz pekala. (Ama söyliyim her kaynak aşağı yukarı aynı şeylerden bahseder, dolayısıyla hangisini seçmeliyim diye stres yapmayın.)

Heveslisiniz ama tembelsiniz de? Onun da çözümü var. Youtube'ta sayamayacağımız kadar "popüler kültür" kanalı var. Arkadaşlarınıza hava atacak kadar öğrenmek istediğiniz felsefe konusunu, o olmazsa da o konuda çalışması olan felsefecileri aratarak merakınızı giderebilirsiniz.

Örneğin felsefe üzerine 46 video yayınlamış bu kanaldaki videoları izleyerek yandal yapmış kadar olabilirsiniz. Türkçe altyazı da mevcut.

https://www.youtube.com/watch?v=1A_CAkYt3GY&list=PL8dPuuaLjXtNgK6MZucdYldNkMybYIHKR

Dil konusuna da bir parantez açmak gerek. Mutlaka İngilizce öğrenin. Ama yine mükemmeliyetçilik tuzağına düşmeyin, "Felsefe öğrenmeden önce en iyisi İngilizce öğreneyim." gibi bahanelerle gelmeyin. Ne merak ediyorsanız hemen okumaya başlayın, takıldığınız yerde sözlük kullanın veya googlelayın. (Türkçe'de ısrar edenler için: ekşi sözlük de güzel bir kaynak ama orada yoksa kıyıda köşede kalmış bloglara muhtaçsınız malesef.)

Hazır youtubetan da bahsettik, yazmadan geçmeyeyim. Youtube'ta o kadar harika popüler bilim ve kültür videoları var ki bir yaz tatilimi youtube izlemeye feda edebilirim. Bir ara buna ayrı başlık açacağım ama şimdi tarih severler için şu kanalı da bırakmadan gitmeyeyim. Yine kendinizi dizginlemenizi ve bütün vaktinizi Youtube'ta öldürmemenizi rica edeceğim.

Bu arada klasikleri okumak için klasikleri okumaya gerek yok. (Allah'ım bu nasıl cümle.) Aynı stratejiyi izleyerek youtubetan da hevesinizi giderebilir, Sparknotes'tan geniş özetlere ve detaylı analizlere ulaşabilirsiniz. Beğendiğiniz kitapları "Bu adam bunu nasıl yazmış?" sorusundan hareketle okuyup kitaptan aldığınız keyfi ona katlayabilirsiniz.

Aynı anda neleri yapıp neleri yapamayacağınızı bilin.
Örneğin 1.5-2 yıl emek vermeden adam akıllı bateri çalamazsınız, çalsanız da çaldıklarınız bir şeye benzemez, gidip grupla sahneye çıkamazsınız. (Ortalama bir ergen için söylüyorum, ben zaten Ramazan davulcusuydum o yüzden yatkınlığım var diyip bana gelmeyin lütfen). Dolayısıyla bateriye başlayıp kısa zamanda bırakmak biraz anlamsızdır. Buna karşın az buçuk dans edebiliyor olmak fevkalade kolaydır, muhtemelen 3-4 ders sonra partnerizle bir tane şarkıyı tüketecek kadar dans edebiliyor olursunuz (veya en azından birini dansa kaldırıp tekrara düşmeden işi kotarabilirsiniz.)

Okçuluk dersi alırsanız ilk gün ok atabilirsiniz hatta on ikiden vurabilirsiniz de, zira bu sporda ilerlemek demek daha uzaktan rüzgarı da hesaba katarak hedefi vurmaktır. Bu yönden okçuluk, acemilerin yerinin pota altı olduğu basketbolla aynı kalibrede değildir kesinlikle. (Ama bence deneyip az buçuk öğrenilip belirli bir süre sonra bırakılan hiçbir spor zaman kaybı değildir, spor uyuşuk bedeni çalıştırır bir kere, ayrıca zevklidir ve insanlarla hoş vakit geçirmenizi sağlar.)

Yemek yapmayı hobi haline getirmek için de aşçılık okuluna gitmenize gerek yoktur, sıkıldığınızda farklı tarifler deneyip bir sürü Instagram hikayesiyle "Bir şeyler başarmış olma." zevkine varabilirsiniz. Aynı şekilde fotoğrafçılıkla uğraşmak için ilk iş olarak zebellah gibi fotoğraf makinesi almanıza gerek yoktur, kompozisyon kurallarını okuyup Instagram paylaşımlarınızı ona göre yapıp like sayınızı arttırabilirsiniz, beni de kör etmemiş olursunuz (yazar burada takip ettiklerine seslenmiş.)

Kiril alfabesini üç günde öğrenebilirsiniz ve Belgrad'a geziye giderseniz bu bilginizi kullanırsanız bunu muhtemelen unutmazsınız da fakat 2 ay evde Rusça kastıktan sonra dil öğrenmeyi bırakırsanız aklınızda anca "Merhaba naber kola içer misin?" falan kalır.

Kulağa çok güzel gelen "Bilgisayar mühendisliği okurken bir yerlere kayma hayaliyle endüstriyle çift anadal yapmak." bence leş gibi bir kariyer hamlesi iken, "Nasıl oluyor bu işler?" sözüyle alınmış mikro/makro ekonomi dersleri veya oyun teorisi dersi az buçuk genel kültürünüzü arttırıp hevesinizi almanızı sağlayabilir. (Tabii yine söylüyorum ders almak şart değildir, birkaç kitap veya youtube videosu da aynı etkiyi yapabilir.)


Kariyer planlaması yaparken kolay alternatifleri gözden geçirin.
Benim İsviçre'de en iyi arkadaşlarımdan biri (kendisi burayı kesin okuyordur, naber kız?) Bilkent EE mezunu ve burada Computer Vision çalışıyor yani Bilgisayar bilimine "kaydı". EE'yi niye tercih ettiğini bilmiyorum. Ama lisanstayken bilgisayar mühendisliğiyle çift anadal / yandal yapmadı, ekstra bilgisayar mühendisliği dersleri de almadı. Bölümünü kafayı sıyırmadan bitirdi ve başarılı bir şekilde sevdiği alana geçti. Veritabanına bir sorgu at desen atamaz, pöh. Demek ki neymiş, Computer Vision yapmak için bilgisayar mühendisliği müfredatını hatim etmek gerekmiyormuş.

Günlük Tutun
(Bunun yazıyla fazla bi alakası yok ama içimden geldi önerdim.)
Günlük tutma işine orta birde başladım. Bir hafta sonra bıraktım. Neden? Çünkü hocalar bu işi edebi bir amaç olarak görüp yücelttiler ve beni ziyadesiyle boğdular. Lise üçte dil anlatım dersinde bir günlük örneği vardı, sınıfta sesli okutmuştu hoca bana. "Saat altı. Yazacak hala hiçbir şey bulamadım. Dışarıdakileri martılara bakıyorum, uçuyorlar." şeklindeydi. Sesli okurken gülme krizine tutulduğumdan okumaya devam edememiştim. Adamın biri oturup bir şeyler yaşayıp yazmayı bekliyordu ve biz de bunu günlük diye derste okuyorduk. Tövbe yarabbim.

Ardından üniversite ikide tekrar başladım ama yazdıklarım bu sefer farklıydı. Kısa kısa, son derece kötü bir Türkçe'yle yazıyordum. Sevgili günlük gibi yapmacık başlangıçları tamamen es geçip birkaç cümleyle o gün ne yaptığımı yazıyorum. "Bugün şuraya gittim, şunu yaptım, şunu okudum, bunu izledim, şu aralar şu şarkıcıyı dinliyorum paso, şu sözü sevdim şu yazıyı beğendim vs." Önemli ve uzun bir olay olduysa ve keyfim yerindeyse onun hakkında uzun uzun yazılar olduğum oluyor, tembel hissedersem onu da kısaca geçiştiriyorum. Ya da başımdan önemli bir olay geçtiyse (ya da gündemde önemli bir konu varsa) ve yazmaya zamanım da varsa onun hakkında düşüncelerimi çiziktiriyorum. Kendimi zorlamıyorum asla. Böyle yapınca günlük yazmak kolay ve eğlenceli bir hal aldı. Ayrıca zamanımı neye harcadığımın da takibini yapabiliyorum (böyle bir amacım yok gerçi) En önemlisi de olaylar hakkında çok detay anlatmasam bile yazdığım bir iki kelime yıllar sonra o olayı detaylı bir biçimde hatırlamama yardımcı oluyor. Tabii günlük yazmaya bugün başlayıp yarın bırakırsanız bu faydayı göremezseniz, ama seneler sonra yazdıklarınızı okuyunca zihninizi zorlamadan çok rahat bir şekilde gözlerinizin önüne getirip bir vaybe çekebilirsiniz. Günlük tutmak için ben evernote kullanıyorum, başka yazılımlar da vardır pekala. Yine Instagram reklamı yapacağım ama Instagram ve diğer sosyal medya mecraları da bu iş için gayet biçilmiş kaftan. Instagram'daki hikayeler özellikle yardımcı günlük görevi görmeye başladı ben de. Ama tabii 140 karaktere sığdıramayacağınız düşünceleriniz için ana günlük hala şart.

Eğer günlük tutarken gün kaçırırsanız da "Eyvah guiness rekorlar kitabına en uzun günlük tutan olarak giremeyeceğim bir daha." diye hayıflanıp tamamen bırakmayın. (Hacimce en uzun günlüğün 25 yıl boyunca her gün beş dakikada bir yaptıklarını yazan birine ait olduğunu düşünürsek bu pek mümkün değil zaten. Kaynak) Benim de tek tük yazdığım zamanlar oldu. O günlerde neler olduğunu kısaca özetleyip şimdiki zamandan devam edin.

*

Bu yazı da bitti. Bir dahaki yazıda görüşmek üzere!