Epey uzun bir 2. sınıf 1. dönem raporu sizi bekliyor. Dinlenerek veya atlayarak okuyabilirsiniz. Okumaya da bilirsiniz. Kafanıza göre takılın.
Yeni Bir Başlangıç
Mundar edilmiş bir doktora yeterlilik sınavı sonrası mundar edilmiş bir yaz tatili. Lozan'ın güneşli güzel ve sıcak günlerinde eve kapanıp YGS/LYS çalışır gibi sınava çalışmak. Sonra "Bir kez geliyoruz dünyaya" diyerek çıkılan 2 haftalık kısa bir İtalya turu. Ağustos sonu sınavdan 3 gün önce Lozan'a dönmek, Venedik'ten üstümde havai tişörtle, desenli şortla montlu ceketli Lozanlıları selamlayıp yaz mevsiminin bittiğini görüp üzülmek. Doğum günüme uyanıp çalışma iznimin son gününde can havliyle göçmen bürosuna gitmek. Doğum günümü kutlayan ilk ve tek kişinin göçmen bürosundaki güzel abla olması. Ardından üç günlük bir sınav kasma. Okula gidip sunum odasına girip projeksiyonu açma, hayat kurtaran son bir tekrar ve yine bomba bir doktora yeterlilik sınavı. Akabinde hocamın muhtemelen "Gençtir, çalışır yapar." demesiyle kaderimin çizilmesi.
Tüm bunları geride bırakıp, ofiste "Doktora Güncesi 7"yi yazıp birkaç .pdf okuduktan sonra fakültenin terasına çıktım, yani sınırsız yeme içme ve eğlencenin merkezi “Yeni Doktoralara Merhaba Partisine" :D
Geçen yıl bizim gruba yani yeni bilgisayar bilimi doktora öğrencilerine yapılan partinin bu yılki ayağı vardı o gün. Bu sefer çaylak sıfatıyla değil "Buddy" sıfatıyla geliyorum, gelip karides şişleri lüpleteceğim. Bilkent EE'de okuyan ve yaz okulunda sınıf arkadaşım olan bir arkadaşım ve onun yakın arkadaşı da doktoraya kabul almışlardı. Buluşup laflamaya başladık. Sonra yan masaya gözümüz kaydı. 6 kişi bağıra bağıra Türkçe goy goy yapıp sigara içiyorlardı. Fakülteyi kahvehaneye çevirmiş adamlar. Tanışıp, muhabbet ettik. Klasik olarak Lozan'ı kötüledik, pahalılıktan yakındık, doktoradaki kız kıtlığından dem vurduk (yalnız bizim dönem daha efendiydi, bunlar partiye açlıklarını ortamdaki kız-erkek oranına bakmadan dile getiriyorlardı asdas.) Yabancı doktoralar resmen dehşete düştü. Benim dönemimdeki arkadaşlar gruptakilerle tanışmak için şöyle bir uğradılar, uğradıklarına pişman oldular. Birçok kişi Türk grubuna diss atıp geçti.
Sonradan öğrendim ki o gün üç Türk de eksikmiş. Toplam 11 Türk ediyor
44 doktoradan 11 kişinin Türk olması ne demek ya? Yuh abi.
7 erkek 4 kız, 6-7 Bilkentli (gururluyuz) ve diğer şeklinde de demografimiz var. O gün pek diğer doktoralarla tanışmaya kasmadım. "Sınavın noldu geçtin mi?" diye soranlar oldu. Dedim "Geçmesem burada niye yiyip içeyim." Sonra düşündüm ki geçmesem yine de burada yiyip içerdim :D
Başka bir gün şehirde bir barda parti oldu ve arkadaşlardan biri mangal düzenledi. Yabancı doktoralarla da oralarda tanışmış oldum. Çok kafa tiplerle karşılaşmadım ama. Mangala frizbi getirmiştim, çember yapıp birbirimize attık, elemanlardan biri "Bu sıkıcı oluyo, bunun bir oyunu vardı onu oynasak?" dedi, ben de saha yapıp Ultimate Frisbee oynattım millete. Frizbici olarak havam oldu :P
Yeni yabancı doktoraları bir daha pek görmedim. Sadece bir kere doktora kulübünün düzenlediği oyun gecesinde langırt oynadık. Türklere sonra geleceğiz.
*
Asistanlık
Applied Data Analysis (namı diğer ADA, "Eyda" diye okunuyor.) dersinin asistanıyım. Bu dersi almamı geçen yıl kendi hocam önermişti ama "Çok yük var." diyip adamın önerisini sallamamıştım. Şimdi aşırı pişmanım. Derste gösterilen bir çok şeyi kendim zor yoldan öğrendim ve aşırı zaman kaybettim. Geçen dönemin iki ayı bu dersi almadığımdan dolayı "kayıp" diyebilirim rahatlıkla.
Doktora yeterlilik sınavımın sunumuna gelen exchange öğrencisiyle ADA'da karşılaştım. "Ya ben senin sunumda bilerek sormadım ama aklıma bir şey takıldı." diyip soru sordu. Hocalardan birinin sorduğu soruydu. "İyi ki sormamışın la, heyecandan cevaplayamazdım. :D" dedim.
Aynı şekilde ilk gün dersi alan Türkler sırama gelip benimle tanıştı. Lisanstan bir arkadaşım vardı, Barselona'da mastır yapan. Erasmusla buraya gelmiş. Doktorada hiç karşılaşmadığım Boğaziçi ve İTÜ mezunlarıyla karşılaştım. İki okulunun mezunlarının ortak şikayeti "Bizim okulda notlar kıt o yüzden direkt doktora gelemiyoruz, yüksek lisans yapmamız gerekiyor." Bir tane de Azerbaycan'dan gelen arkadaş vardı, bana ilk sorusu "Final zor mu?" oldu tam bir Türk gibi tonlayarak, koptum. Bayağı Türk varmış bu dersi alan, geçen dönem asistanlığımı yaptığım derste sadece iki kişi vardı. Bazılarının proje grubu bulmaları gerekiyordu, dedim hazır buradasınız ahanda size grup. Öyle de çöpçatanım.
Bu ders 6 krediydi ama öğrencilere 12 bana ise 30 kredi gibi geldi. Kontratımızda “Çalışma saatlerinin %20’si asistanlığa ayrılmalı diyor. Fakat iş ödev okumaya gelince haftanın yarısı gidiyor. Dört ödev, dört tane de proje notlaması vardı. Dönemin ilk yarısında iki haftada bir ödev okuyorduk, projeler başlayınca haftada bire çıktı. Öyle öğrenciler deadline gelince ödevi yüklesin canım sıkılınca okuyayım yok. Hoca diyor x tarihinde y sınıfında olacaksınız hepiniz öğleden gece yarısına kadar notlayacaksınız. Akşam yemeğinde ise pizza ısmarlıyorum. Ben pizzayı yiyip kaçıyordum asdas. Bu dersi alan ve blogu okuyan arkadaşlarım (hepsine buradan sa) olduğumdan daha fazla bilgi veremeyeceğim fakat açıkçası notlama sisteminden kendim memnun değilim (ki öğrenciler nasıl memnun olsun) Ödevler rasgele ve öğrenci isimleri kapalı bir şekilde dağıtılıyor. Notu kıt bir asistana gelirseniz fena. Bir eleman var kimliği üzerine fazla detay veremeyeceğim ama, adam benim 10 saatte okuduğumu 3-4 saatte bitiriyor ödevlere “Good job!” diye comment atıyor, pizzayı bile beklemeden gidiyor. Keşke hayat bana da böyle güzel olabilse. Bir kusur işlersem kapı dışarı koyacaklar korkusuyla hareket ediyorum hep.
Bu dersin hocasının acayip acayip icatları vardı. En acayibi Mattermost isimli MSN messengerdan hallice bir chat appi. Arkadaş 7/24 mesaj geliyor buradan. Çağrı merkezinde çalışıyor gibiyim ama mesai hiç bitmiyor. Özel hayat diye bir şey kalmadı. Appi salak gibi telefona kurdum, akşam mutfakta yemek yapıyorum soru geliyor “Tamam cevaplayacağım şu an ocakta yemeğim var.” diyorum adam aşçı emojisiyle reaksiyon atıyor. Gelen cevaplara reaksiyon atma diye bir şey var evet. İçeride 350 kişi olunca ortam kolayca sulanıyor. En tuhaf mesaj şuydu: adamın biri dersin hocasının 1999 yılında çekilmiş videosunu bulup paylaşmış. Ben de 🤓 reaksiyonu koydum. Ardından 10 kişi daha 🤓 atmış. Ahah.
Hoca herkesi belli bir şeyden mesul yaptı, “Sen projeleri yönet, sen ödevleri, sen tutorial seanslarını. Hey azimliyazar, sen de grupları yönet.” (Senden bihalt olmaz demek istedi yani.) Grupları yönetmek de şu, resmen anasınıfı dadılığı yapıyorum. Kim hangi gruba girdi, hangisi gruptan çıktı, kim dersi bıraktı, kim grupsuz kaldı onun çetelesini tutuyorum. Kaytaranlı gruplardan mesaj alıyorum “X kişisi kaytarıyor böyle böyle.” diye. “Ben napayım la, lisansı bitirip mastıra geçtiniz hala öğrenemediniz mi her proje grubunda kaytaranların olacağını.” diye cevaplıyorum. Haklıyım ama. 
Bu gruplama işleri aşırı sıkıcı ve zaman kaybıydı, ödevler de. Mattermost’u da kimse sevmiyordu çünkü insanlar gerekli bilgileri (bilmemnenin deadline’ı, bilmemnenin tutorialının linki, bilmemne datasının linki vs.) bulmakta zorlanıyordu. Hatta isyan edenler oldu, kansız bir şekilde bastırdık. TA’lerin bazıları öğrencileri trollemeye başladı. Biri Mattermost logosunu değiştirip “Matterleast” yazıp avatar yapmış. Öbürü Finding Nemo afişi üzerine “ADA 2018 Presents: Finding The Link” diye avatar yapmış. Ben bunları gördükçe kopuyorum.
Bu matterleast yazan T.A. (kendisine Matterleast diyeceğim bundan sonra) ödevlerin başıydı ve hocanın labında çalışıyordu. Halihazırda “Baş T.A” adı verilen bir asistan vardı ama anlaşılan Matterleast kendini yardımcı baş T.A. ilan etmişti. İlkokul sınıflarında sınıf başkan yardımcısının sesi sınıf başkanından çok çıkar ya onun gibi bir şey. Hoca bana gruplarla ilgili mesaj atıyor 08:30’da, 10 dakika sonra bundan mesaj geliyor  “Hocanın mailini cevaplar mısın lütfen?” diye. Ben tabii fosur fosur uyuyorum o saatte. Görünce de hocayı cevaplıyorum Matterleast arkadaşımızı es geçiyorum. Sonra Mattermostta “Şu gruplarında değişiklik olanlar bana bir mesaj atsın hele bir. Grubu bir kişi eksik olanlarda sorun yok yine de atın.” diye duyuru yapıyorum sonra hoca asistanların özel grubunda “Azimli, ne dediğini anlamadım, biz gruplar 3 kişi olacak demedik mi ne sorun yok diyorsun millete.” diye çemkiriyor. “Pardon abi.” efendliğiyle açıklıyorum durumu “Her şey kontrol altında, öğrencilerin toplam sayısı 3’e bölünmüyor.” diye. Sonra Matterleast arkadaşımızdan dinnngg diye bir özel mesaj geliyor “Lütfen Mattermostta lafını düzeltir misin, onlara şunu de 2 kişilik grupların ayrılıp başka gruplara geçmesi lazım x tarihine kadar yoksa sen rasgele atayacaksın.” Yokkkhhh yeaaa diye cevaplayacağım ama bunu nasıl İngilizce’ye çevireceğimi bilemediğim için Matterleast kardeşimizin bu mesajını da es geçiyorum.
Dahası; Matterleast ödevlerden sorumlu. 2 T.A. bir ödev hazırlıyor. Ben Matterleast ile son ödevi hazırlayacağım. İki bölümden oluşacak ödev. Ödevi hazırlama deadline’ında hackathon’a katılacağım, o yüzden erkenden sıvıyorum kolları. Kendi araştırma konumla bağlantılı bir taslak hazırlıyorum ilk bölüm için. Matterleast taslağa bakmadan diyor “Ya bu kısmı ben yapacaktım, sen ikinci bölümü yaz.” … İyi tamam diyorum ikinci kısmı yazıyorum. İkinci kısmın ismi “Applied Machine Learning”, Matterleast bana hocanın bu konuyla ilgili hazırladığı aynı isimli slaytları atıyor. Bir şema var “Data Fetching -> Preprocessing -> Training -> Evaluating” bunun gibi bir şey, Twitterdan veri toplama da dahil olmak üzere tüm stepleri yaptıracak bence kolay bir ödev hazırlıyorum, bir de en sonuna yorum sorusu ekliyorum. Kız bakıyor ödeve, “Beni Twitter’da takip edin: @azimliyazar” diye espiri yapmışsın bu tip espirileri sildim.” diyor. Tamam da en sondaki yorum sorusunu niye sildin. Hoca bakıyor benim kısma “Beğenmedim, öğrencileri niye Twitter verisi çektirmekle uğraştırıyorsun.” Sanki çok zor bir şey. Çeksinler de API kullanmayı öğrensinler.. diyemiyorum tabii. “Machine Learning kısmı da hafif kalmış, derste şunları bunları işledik.” diyor. İyi de bana atılan slaytlarda bunlar yok, nereden mesul olduğumu baştan söylesene! Bu sefer bunu açık açık söylüyorum ama yine bir yığın gereksiz nutukla karşılaşıyorum. Hoca en sonunda “Kulağıma çalındı, Matterleast bir şey çıkarmış sen geri eklemişsin. O ödevlerin başkanı, bundan sonra onun dediği olacak.” Tamam diyorum canıma minnet. Benim bölümümü de Matterleast hazırlıyor gönüllü olarak. Ben de haftasonumu Zürihte hackathonda kekleri götürerek değerlendiriyorum. (İlgili yazı) Benim Twitterlı ödevin yerini “Bir barınak sahip bulma ihtimali düşük olan köpekleri uyutacak. Bu tip köpekleri bulacak bir makine öğrenmesi modeli oluşturun.” diye bir ödev alıyor. Ayçoktatlı kıps. 
Bütün bu olumsuzluklardan sonra iş proje gözetmenliğine gelince ders birden eğlenceli olmaya başladı. Projeler için veriyi biz veriyoruz, öğrenciler de veriyi işleyip yorumlayıp veriden hikaye çıkarıyor. “Data Story” diyoruz bunlara. Örnek proje: Türkiye İstatistik Kurumundan veri çekiliyor. Veri işleme kütüphaneleri kullanarak grafikler çıkartılıyor. Türkiye’nin İMF borcu azalmış, asgari ücret artmış, üçüncü köprü, havalimanı falan yapılmış, Galatasaray Drogba’yı transfer etmiş, Arda Barcelona’ya gitmiş (gerçi sonra geri dönmüş) ve Survivor’da Turabi birinci gelmiş. Demekki memleket iyiye gidiyor diye de conclusion. 
Veriyi biz veriyoruz demiştik. Burada bir kurnazlık ettim, gittim kendim üzerinde çalıştığım olan Twitter’da Trump’ı şampiyon yapan Rus hesapların verisini yükledim “IRA Tweets” diye. Hoca dedi bu ne İrlanda Kurtuluş Örgütü mü (gizli xD). Yok dedim Rusya kaynaklı Twitter trollerinin verisi. “Yeterince büyük mü?” dedi ben de “3 milyon.” dedim. “Ama bu hiçbir şey.” dedi ama neyse ki veriyi silmedi. Veriyi 8 grup aldı. 6’sını ben aldım. Öğrencilerin proje konularına baktım, geri bildirim falan verdim. Ben bunu çalışıyorum bunu yapabilirsiniz falan dedim. 
Özetle kendi araştırmamı “Outsource” ettim. 24 kişiye kendi işimi yaptırdım ahaha.
Bu benim araştırma konum olduğundan öğrencilerin yaptıklarını ilgiyle okudum. Diğer asistanlar “Keep up the good work” diye yorum atıp sallama puanlar verirken ben yazıların her satırına yorum yaptım. “Sen burada bunu demişsin ama resmen sallamışsın bu benim araştırma konum ben kül yutmam.” diye. Soru soranlara saatlerce konferans verdim. 
Ha ama malesef bu çabam çok da bir işe yaramadı. Projelerin hepsi genel analiz tarzındaydı. Geri bildirimlerim adamlara zor gelmişti. Hepsine “Biraz da kendiniz veri çekseniz iyi olur.” demiştim, kimse veri çekmekle uğraşmadı. Tek tük ilginç bir şeyler yakalayanlar oldu, bu da adamların bir şey başarmasından değil de adamların bulduğu şeyin benim aklıma daha önce gelmemesinden kaynaklı. Yine de hepsine eyv dedim. Kendi projeme başlamak için elimde 8 tane proje oldu ahaha.  
Yalnız notlama konusunda sıkıntılar oldu. Ödevler de notlandırma şeması var, ona bakıp notluyorum. Fakat proje de yok, olması saçma olur zaten ya. O yüzden ayarı tutturmak zor oluyor. Bir tane grup vardı, iki tane İtalyan bir Çinli lisans öğrencisi. İtalyanlar Uygulamalı Matematik okuyormuş, Çinli bilgisayar okuyor ama diğer iki elemandan da felaket. Adamlar soru soruyor, bir saat anlatıyorum, “Twitter sosyal ağını böyle kullanabilirsiniz, Twitter’dan data böyle çekebilirsiniz.” vs. geliyorlar “Biz bunların hiçbirini bilmiyorum, derste de öğretmiyorsunuz.” (Tabii hoca benim hazırladığım ödevi silince yerine köpekli barınaklı ödev koyunca sonuç bu.) Hayda. Sonra gidiyorlar bir analiz yapıyorlar ki çoğu şeyi kafadan atmışlar. Neyi niye yapmışlar belli değil. 4.75 veriyorum, biraz diğer ödevlere bakıyorum, dedim cimri davranmışım, herkese +0.25 ekliyorum. Gruptan bir adam çıktı "Biz 5/6 aldık (Geçme notu 4) ama çok çalışmıştık arkadaşlarım bizden daha az çalışmayla 5.5 aldı." Dedim "Kim bu arkadaşların? Söyle ben de bakayım." "Yoo söylemem onları zor duruma düşüremem." "E o zaman bana böyle argümanla gelme." İşin kötüsü bu konuştuğum eleman öyle bir kırgınlıkla masadan kalkıp gitti ki arkasından ben de gözyaşı dökmeye başladım adamı kırdım, emeklerinin karşılığını veremedim diye.

İş projenin kendisi notlamaya gelince bu ve diğer iki grubumun 6 üzerinden 5.25-5.75 arasında alacağını düşünüyordum ama tam kaç vereceğime karar veremedim. 5.625 verdim üçüne de, sistem gitti 5.75 yaptı. Üç grup da muhabbet ettiğim gruplardı, dedim acaba işe duygularımımı karıştırdım. İtalyan bir T.A.’e İtalyan grubun İtalya trolleriyle ilgili yaptığı projeyi gösterdim “Haklısın bence de 5.625, ver 5.75 gitsin.” dedi. Dedim tamam 5.75 olsun, poster sunumunda batırırlarsa orada daha sert davranırım.

Özetle; geçen yıl yaptığım asistanlık asistanlık falan değilmiş. Sonraki dönem hocamın şefkatli dersinde asistanlık yapmaya devam edeceğim için çok mutluyum.
*
HAYAT
Nasıl Karakol’a Düştüm 
(Kanalıma abone olmayı unutmayınız)


Hem giderim diye gereksiz masraf yapmamak için hem de trafiğe çıkmaya korktuğumdan bisiklet almayıp yerine scooter almıştım. Yurdun giriş katında bisikletlerin park edildiği yere bırakıyordum. Kilitlemiyordum.
Şerefsizler scooterımı çaldı!
Oğlum bisiklet çal, telefon çal, çantayı al kaç. Scooterı niye çalıyon şerefsiz? Abi kim scooter çalar ya? Hala inanamıyorum. "Dur şunu alıp bizim çocuklara bayramda hediye edeyim." mi dedi ne yaptı alan? İşin komiği aynı yerde iki tane scooter var, sahipsiz. Kaderine bırakılmış. Çalan onları çalmamış benimkini çalmış. Hangisini çalacağını da biliyor adama bak.
Belki biri sahipsiz sanıp almıştır diye girişe kağıt astım, "Nolur scooterımı geri verin ona para verdim :'(". Ama giden gitti, geri gelir mi? Bir umut yurt müdürüne söyledim.
Adam cevapladı "Fatura var mı? Polise git, polis raporunu çek. Sigortaya yollayayım." Şaşırdım. "Ama scooter kitli değildi, bu hırsızlık sayılır mı?". "Tabii Sokakta 10 milyon frank bırakmak gibi bir şey. Sadece bu durumda hiçbir sigorta bunu karşılamaz."  Vay be medeniyete bak, Türkiye'de gidip scooterım çalındı desem gülerler. Meseleye başka açıdan bakarsak: Türkiye'de hiçbir zaman polise gitmedim, gerek olmadı.
Gittim polise yürüyerek. Girdim binaya. Sekretere sorduğum ilk soru "İngilizce biliyor musunuz?" cevap "NOP!". Kekeleye kekeleye bir şeyler anlattım, "Hirsiz vaaar sukuturimi caldilar, utanmezler!!" (Hagi gibi okuyunca eğlenceli oluyor.) Tamam dedi polis gelecek. 50 yaşlarında bir teyze geldi polis olarak. Bayağı da sert bakıyor, kaşlar maksimum çatıklıkta. 6x7 kaç diye sorup bilemezsem elime cetvelle vuracak gibi. Yine aynı soru, "Are you İngilizce?" cevap daha sert bir "NOP" Hadii.. Anadolu lisesi Almancası gibi bir Fransızcayla olayı anlattım. Kadın cevap verdi, anlamadım, kadın daha bir gerizekalıya konuşur gibi cevap verdi anladım. Olayın ciddiyetini bırakıp kendimi ders kitabında polisle diyalogta bulunan çocuk gibi görmeye başladım. Birazdan hocamız radyoyu açacak, listening yapacağız. Eheh.
Polis beni odasına aldı. Artık ona da olay komik gelmeye başladı. Biraz İngilizce konuşmaya çalıştı, beceremedi, rolleri değiştik, ben Fransızcayla düzeltmeye başladım. En sonunda gülerek birbirimize çav dedik. Bu da böyle bir anımdır.
Polis teyze scooter'ın ücretine sıfır fiyatını yazmış, yani 200 frank. (Evet o paraya öküz alınırdı) Attım yurt müdürüne. Sonra cevap geldi "FSLE zararı karşılamayı kabul ediyor, fakat 200 frank da katılım ücreti talep ediyorlar yani zararı karşıladıkları falan yok..."
... O kadar da medeni bir yer değilmiş o halde.
Sonra insanlarla konuştukça anladım ki benim yaşadığım yer Lozan'ın Harlemi gibi bir yermiş. Paso bisikletler scooterlar kayboluyormuş. Etraftaki kilise yoğunluğundan anlamalıydım zaten. (Yanlış anlamayın, millet ıslah olsun diye metrekare başına kilise dikmiş belediye.) Sabah yurttan çıkıyorum çöp konteynırlarının yanında uyuyan evsizlere "Günaydın Mösyö" diyorum. Öyle bir yer.
*
80 Franka dandik bir bisiklet aldım. Işık takmak zorunluymuş, 40 frank verip ışık aldım, oha. Bayır çıkarken zinciri attı.  İsviçre genelinde Publibike adı verilen bir sistem var, trenler için kullandığın kartı okutuyorsun (veya telefonun bluetoothuyla bağlanıyorsun.) Bundan haberim vardı ama yıllık 50 franktı, ve ben bunun öğrencilere beleş olduğunu bilmiyordum. Zinciri takmakla uğraşmak yerine bunu kullanmaya başladım. Bu seferde borsa/bitcoin takip eder gibi bisiklet takip etmeye başladım. Sabah şehirdeki bisikletler kampüse hicret ediyor, akşam beşten sonra hepsi sihirli bir şekilde spor salonunun önündeler. 6-7 gibi kampüste bisiklet kalmıyor. Havalar soğudu dedim, aylık akbile geçtim. Yalnız yine de gece yarısı metro bitince über çekmek yerine bisiklet kullanıyorum, zaten bisiklet durağı da hemen evimin yanı. Bisikletlerin bazıları da elektronik. 

Spor ve Dans
Geçen sene “Hoca laba almayacak, atılıcam dönecem." korkusuyla spor salonuna falan yazılmamıştım. (Şimdi ise kill them all!) Doktora özel yıllık 240 frank ayakbastı parası istiyorlardı. Öğrencilere beleş. Yazıldım bu sefer. Bilkent'te sürekli aktif spor yapardım (pek beceremesem de) son senemde de eskrim ve okçuluğu denemiştim. Bu dönem eskrime sıfırdan yazıldım, bir de geçen dönem yurt arkadaşımın teşvikiyle başladığım Rock & Roll dansına yazıldım.
Bilkent'te eskrim kursuna 20 kişi falan kaydolmuştu, ilk derse sanıyorum 10 kişi falan gelmişti, bir ay sonra rakam 6'ya düştü, çok geçmeden 3 oldu ve iki ay sonra gelen tek kişi bendim. Ben tek gelince de hoca beni geri gönderiyordu. Bir şeye benzemedi. Üstelik dördüncü sınıf (ve dolayısıyla yaşlı) olduğum ve gelecek vaadetmediğim halde okul bir senede başka birini yetiştiremediğinden hoca okul takımına beni aldı ve Konya'daki üniversiteler şampiyonasına gittim. Etli ekmekleri gömüp takımı batırıp geldim ben de...
Burada ise durum biraz daha farklı. Bir kere daha kalabalık (İlk gün 20-30 kişi falandı sanırım.) ama ekipman da bol. Aynı anda 8-10 maç oynanabiliyor. Bilkent'te sadece tek bir makine vardı.
Yine işin başında bırakanlar oldu ama o kadar fazla değil. Ayrıca insanlar tamamen bırakmadı da, aksatmaya başladılar. Dolayısıyla her derste 10-15 kişi oluyordu rahat.
Üç tip eskrim var, kılıç (kılıçla deyince gol olur.), epe (sadece kılıcın ucuyla deyince sayı olur), flöre (sadece kılıcın ucuyla ve sadece rakibin gövdesine deyince sayı olur. ) Kılıç maçlarını izledim, iki kişi birbirine koşarak dalıyor, hiç zevkli gözükmüyor. Bilkent'te hoca epe yaptırıyordu. Burada ise flöreyle başladık. Anladım ki flöre daha karışık, sayı almak için değişik kurallar var. Anlaşılan bizim hoca kendi flöreci olduğu halde bunlarla uğraşmamak için daha kuralsız olan epeyi öğretmeyi seçmiş. Epe'den flöre geçmek kolay olmadı ama rahatça söyleyebilirim ki başlangıç için flöre daha iyi. Harbiden düşünmek gerekiyor, kafası çalışan sayıyı kapıyor. Neyse bunları niye anlatıyorsam.
Ders ful Fransızca malesef. Hatta hoca İngilizce bilmiyor. Hocanın soyadı “Altanov”, dersi alırken dedim herhalde bu adam Bulgaristan Türkü. Sordum Türkçe biliyor musunuz diye. Malesef… Reis Fransızcayı şakıyor, Fransızca bilmeyen Rus bir öğrenci var ona özel Rusça konuşuyor ama Türkçe’ye gelince “Çok güzel arkadaş!” diyor kalıyor. Büyükbabası çok zenginmiş, Romanya’da bilmemnede arazileri varmış, o yüzden ona Altın bilmemne diyorlarmış (kısıtlı Fransızcamla bu kadar anladım), adamın soyadı da Altanov kalmış. Ne güzel. Yalnız reis derse fazla da karışmıyor, üç tane veteran öğrencisi var, onlar koçluk yapıyor. Kendi etrafta dolanıyor.
Öğrencilerin de çoğu lisans öğrencisi, onlar da pek iyi İngilizce konuşamıyor. Ama eğitim dili lisansta Fransızca olan bir okul için çok iyiler. (Bi zahmet, sıralamalarda x.yiz demeyi biliyorlar.) Burada Öyle ömürlük arkadaşlarım olmadı ama kampüste görünce sa diyip bonjour cevabını alabileceğim kişiler oldu. Tanıştığım en ilginç kişi hocamın (patronumun) kızı oldu. UNIL'de siyaset bilimi okuyormuş. Maç yaptık dağıttı beni (çok da üzerine gidemedik babasına falan şikayet eder mazallah.) Arkadaşlarla aramızda "Kaleyi içten fethedeceğim geyikleri yaptık." Ama o kadar.
Son derste kendi aramızda turnuva yaptık 10 kişi. İkili gruplar halinde. 10 kişiden üçü koç, koçlardan iki bir grup oldu, üçüncü koç bana geldi. Maçlar şöyle: önce bir kişi 5’e kadar oynuyor, 5 olunca bırakıyor, ikinci gelen 10’a tamamlamaya çalışıyor. Yani grubun zayıf halkası maça ilk çıkmalı. Koçlardan birinin karşısına çıktım, 5-2 yenildim, iki sayı aldım diye sevindim. Bizimki çıktı diğer koçu dalga geçe geçe yendi, maç 7-10 mu ne bitti. İnsaf reis demek istedim ama Fransızcam yetmedi.

Dans kısmına geleyim; malesef bu o kadar iyi gitmedi. İlk derste hoca bir şeyler bir şeyler söyledi, hiçbir şey anlamadım. Çiftler sabit dursun, tekler partner bulsun, kayıtlı olmayan arkaya geçsin demiş. Herkes bir anda sözleşmiş gibi çift olunca şaşırdım. Üstelik tek kaldım, arkada kayıtsızlardan biriyle dans ettim. Ertesi hafta partnerim yoktu, kızın gözlerinin içine fazla bakıp kaçırdım kızı asdas. Başkasıyla dans ettim, ki partnerler sabitmiş, her derste aynı kişiyle dans etmem gerekecek. Kız epey yapılıydı, güreşsek hangimiz kazanır emin değilim. Ders Rock & Roll, bu kızı nasıl kaldırıp havada parendeler attıracağım bilmiyorum. 
Kız öbür hafta gelmedi. Tek başıma mal gibi kaldım. Arada bayan hocayla dans ettim de hoca İngilizcesi leş. Pek konuşmak da istemiyor. Erkek hoca dedi “Spor Tandemi” diye bir appimiz var buradan dans partneri kolayca bulursun. Kaydoldum. Harbiden de bir gün geçmeden bir kız mesaj attı. Dedim amma ballıyım. Ama kız bana sadece bir hafta dayanabildi. “Bu dersten hemen sonra 1.5 saat daha Rock & Roll kursum var, 3 saat dans etmek yorucu oluyor, ben devam edemeceğim.” dedi. Tamam dedim zorla güzellik yok. Bu derste benim partnerim olacak kız tekrar belirdi ama başkasıyla dans etti. Numarasını aldım. Haftaya Fransa'ya gideceğim dedi. Öbür hafta “Ben Zürih’e gidiyorum.” dedim. Öbür hafta “Ben yine Fransa’ya gidiyorum.” dedi, tamam dedim, gittim spor salonunda yoldan çevirdiğim biriyle dans ettim. Öbür hafta “Benim artık o saatlerde Mat dersim var, kursu bırakıyorum sana bol şans.” … dedim.
Tandem appine yine mesaj attım, kimse dönmedi. Arkadaşlar listemdeki tüm kızlara mesaj attım dans var gelir misin diye. Doktorları, mastırları geçtim müzik okulunda okuyan daire arkadaşım kemanist arkadaşlarına bile mesaj attım. Adım sapığa çıktı. Okuldaki Lindy Hop partilerine kız avına çıktım “Lindy Hop çok kötü gel Rock and Roll” yapalım diye propaganda yaptım. En sonunda “Bu ne ya araştırmayı bıraktık bunlarla uğraşıyoruz.” diyip kursu bıraktım. 
Araştırırken Lindy Hop kulübünü yöneten arkadaşıma sordum, “Böyle böyle oldu tek başıma mal gibi kaldım. Sizin Whatsapp grubunuz falan vardır, sorsana var mıdır ilgilenen.” Adam dedi “Abi oraya gelen kızlar ya erkek arkadaşlarıyla geliyor ya da erkek arkadaş bulmaya. Kız ilgilenmemiş.” ve yüzüme acı gerçeği vurdu. Kızın da abazasına denk geldik demek. Parasını verip adam gibi kursa başlayacağım şehirde bir dahaki dönem.
Bizim dans kursundakiler de yeteneklerini üniversitenin "Dans Gecesi" etkinliğinde sergilediler. O gün öğrendim ki oryantal kursu varmış okulda. Katibim ve Düm Tek Tek çalıp oynadılar. Kursun başındaki kız Türkmüş. :P
Sosyal Aktiviteler
Geçen dönem kat arkadaşlarımla sık sık partiye gittiğimi söylemiştim. Malesef o güzel Meriler Dayanalar o güzel uçaklara binip gittiler. Yurt müdürü yerini hanzolarla doldurdu. Katta 7 erkek olduk bir anda. Kokudan göz gözü görmüyor. Whatsapp grubu kurduk, herkes birbirine “Hangi pislik bulaşıkları yıkamadı yine?” diye çemkiriyor. Ben komşum olacak Hindistandan geldiğini söyleyen ama bence mağaradan gelen doktora öğrencisinin sabahları banyo ve tuvalet kapısını kapamamasından şikayet ediyorum, o gidiyor kattaki hiç banyo yapmayan Faslının kokusundan şikayet ediyor. Öbürü diyor biri odada sigara içiyor, öbürü diyor bu adam garip garip zamanlarda keman çalıyor. Allah hepinizin belasını diyip Migros’tan hazır yemek alıp hemen yiyip odama çekilmeye başladım artık. Bunun güzel yanı şu oldu: artık bitmek bilmeyen akşam yemeği muhabbetleri yok ve çalışmak için daha fazla vaktim var.
Bu dönem Erasmusla üç gezi aktivitesi, buz pateni ve laser tage katıldım o kadar. Çok az Erasmuslu arkadaşım oldu, onlarla da zaten ADA dersinin asistanı olduğumdan muhabbet ilerledi de arkadaş oldum. Sadece iki kere Erasmus partisine gittim. İlki başta bahsettiğim yeni doktoralarlaydı ama etrafta Erasmusçu yoktu, hatta belirli bir saatten sonra partiyi zenciler bastı. Çıktık. İkinci parti de cadılar bayramı partisiydi, sırf makyaja özendiğimden gittim. Tek gitmiştim ama doktora tayfa yine oradaydı, yalnız bırakmadılar sağolsunlar. Bu parti de tersine çok kalabalıktı ve dımtıs dımtıs leş müzikler vardı. Bir daha da herhangi bir partiye gitmedim, artık gitmem de. 
Gezilere gelirsek: iki hiking ve bir de "Train Rally" var. Hikinglerin ilkinde amaç aslında İsviçre'deki "Mountaincoaster"da kaymaktı. Ama adamlar "Teleferik pahalı hem ona binersek sadece kayar ineriz, saçma." diyip bizi amele amele tepeye çıkardılar, bittik. Ama mountaincoastering güzeldi:


İkinci hike da "kolay" seviyedeydi ama öncekinden de fenaydı. Ayrıca fotoğraf çekinirken az daha düşüp geberiyordum. Bu senenin Darwin ödüllerine göz kırptım yani...


Train rally ise hayatımda yaptığım en eğlenceli şeydi. Sadece 15 Franka İsviçre'deki tüm trenler beleş oldu. Grupça bir günde 4 şehir gezdik (ki az gezmişiz, tek başıma olsaydı 7-8'e çıkarırdım ben onu) Her şehirde şehrin tarihiyle ilgili bir görev yaptık. Görevler fıskaydı gerçi, çünkü şehirler çok ufak. Bir tane şehirde kadının birini çevirip "Bern kapısı nerede?" diye sorduk, kadın parmağıyla arkamızdaki kapıyı gösterdi, koptuk. Normalde de böyle bir bilet var ama 75 Frank. 
Erasmus aktiviteleri dışında beraber takıldığım bir Türk grubu var, doktora, mastır, mezun karışık. Muhabbetleri güzel. İlk geldiğimde önce kendi dönemimdeki doktoralarla takılıyordum, sıktı, sadece Avusturya'nın doğusundakilerle takılmaya başladılar. O grup da dağıldı. Öbür dönem kat arkadaşlarımla yani Erasmuslarla takılmaya başladım. Kat arkadaşlarım gitti, sıfırdan Erasmustakilerle tanışmak da artık zor geliyor. Ayasofya'dan, Kapadokya'dan konuşmak bir yere kadar. Ne varsa Türkler'de var :) 
İki kere de tek başıma konsere gittim; biri Altın Gün isimli Anadolu Rock coverlayan leziz bir grubun konseriydi, Lozan'a yakın bir köyde yapılıyordu. 5-6 kişi çağırdım hiçbiri gelmedi. (Öyle de sevilmeyen biriyim.) ben de kendim gidip orada birileriyle tanıştım, güzeldi. İkincisi Zürih de Lily Allen konseriydi, buna kimsenin geleceğine ihtimal vermediğimden kendim çantamı alıp çıktım. Bu pek iyi değildi, kadın fazla yaşlanmış. (:d) 
Doğu Demirkol Cenevre'ye geldi. Harikaydı, herkese tavsiye ederim. Nisanda da Cem Yılmaz Zürih'e gelecek. Heyecanla bekliyoruz. 
Lozan'da Ev Aramak
Kat bayağı toksik bir hal aldığı için ev aramaya başladım. Şehirle okulun arasında (ikisine de yürüyerek gitmek mümkün ama tabii uzun sürüyor, elektronik bisiklet ile ise 15-20 dakika) bir yurtta tek odaya 800 frank ödüyorum. (Evet soyuluyorum.) Dedim hep şunlardan kurtulayım hem de daha iyi bir yerde daha ucuza kalayım. Anladım ki bu pek mümkün değilmiş. 1-2 hafta değerli zamanımı facebookta ilan kovalamakla geçirdim. Üç tane eve ziyaret ettim ve bu üç ev de beni vazgeçirmeye yetti.
Birinci ev: EPFL’ye yakın ama nispeten eski bir apartmandaydı, odalar manyak ses geçiriyor. Kalanlar İsviçreli ama aralarında İtalyanca konuşuyorlar. Bana da Fransızca konuşuyorlar. İngilizceleri pek iyi sayılmaz. Üç haftada bir özel odalar hariç her yeri temizlemem gerek. Dedim “Sınavım falan olduğunda temizlikçi çağırsam olur mu?” Adamla şaşırdı.“Valla bunu daha önce yapan olmadı.” dedi. Fazla lüks bir istek anlaşılan.
İkinci ev: İsviçeli dul bir teyze ve iki oğlu odalarının birini öğrencilere açıyorlar. Burada kalırsam ne evde çalışabilirim ne yemek yapabilirim. Bu da olmadı.
Üçüncü ev ise tam öğrenci eviydi. Evin salonunun ortasında şömine var, şöminenin etrafını bira şişeleriyle süslemişler. Birader ataydınız şunları bi. 
Hepsi taş çatlasın 130 frank falan ucuzdu ama ekstralarla beraber fiyat benim tek odaya yaklaşıyordu. Çareyi aynı yurdun beşinci katındaki odasına taşınmakta buldum. Oda daha büyük, kattaki insan sayısı sadece dörttü. Oda çatı katındaydı dolayısıyla araba sesleri ve güvercin yuvalarından da kurtulmuştum.
Sosyal Medya Bağımlılığı
Benim işimin önemli bir sıkıntısı var o da şu ki tek işe odaklanıp bitirene kadar çalışamıyorum. En sonunda bir şeylerin çalışmasını bitirip sonuçlarını basması gerekiyor. O bitene kadar da başka işlerle oyalanmam gerekiyor. Böyle durumlarda ana projemde kullandığım dört veritabanında analizler yapıp yeni projeler ortaya atıyorum. Böyle yapa yapa aklım projeyle doldu. Tek projeye odaklanamıyorum, birini yaparken öbürüyle ilgili hayaller kurmaya başlıyorum, bir anda interneti açıp onunla ilgili okumalar yapmaya başlıyorum.  (Tabii tek dikkat dağıtıcı proje hayalleri değil, günlük hayattaki sorunlar da baskın her zaman, ama bu durum da es geçilmemeli.)
Bu tip uzun beklemeler o kadar sıkıntı değil çünkü o uzun beklemeleri planlayabiliyorum. Asıl sıkıntı kısa beklemeler. Rutin analiz yapıyorum, verinin istatistiklerini falan çıkarıyorum. Pat diye çıkmıyor, beklemem gerekiyor. Ama sabırsız biriyim, döner koltuk üzerinde oturup hiçbir şey yapmadan duramıyorum. O 2-3 dakikalık beklemede açıp makale okuma şansım yok. Sonuç: Leş bir sosyal medya bağımlılığı. Eskiden de vardı ama bu şekilde değildi, eskiden girer çet yapardık, bir şeyler okurduk falan felan. Telefonu elime alıyorum, 2 dakika bakıyorum Facebook'a falan. Yeni eklenenlere baktıktan sonra "Üff çok sıkıcı." diyip kapatıyorum. Ne var bunda? Kod çalışırken boş oturmak yerine instagram'da foto layklayıp insanları mutlu etmenin bir zararı yok, zarar konsantre bir şekilde çalıştığım zamanlarda elimin telefona gitmesi. Kimseyle konuşmadığım günlerde bile Whatsapp ve Facebook'ta toplamda 15-20 dakikalık gösterim süresi gösteriyor telefon. Telefonu toplamda bugün 1 saat 40 dakika kullanmışım ki en verimli günlerimden biriydi, gün boyu evde çalıştım, ona rağmen 1 saat 40 dakika ne yaptım telefonda hiçbir fikrim yok. (Bugün pazartesi, sabah birkaç mail okudum o kadar.) Bu en verimli günümde bile 20 dakikada bir telefonu elime almışım. Gerçekten felaket bir durum. Çözüm olarak gereksiz yere telefonu açıp bakmayayım diye kolay ulaşamayacağım yerlere koyuyorum şimdilik. "Tamamen bırak sosyal medyayı?" Bu sefer de o iki üç dakikalık bekleme zamanlarında canım sıkılıyor. Sırf kodun çalışmasını beklemek değil tabii, metro yolculuklarım aşırı kısa (5 dakikada kitap okunmuyor), vaktinde başlamayan bir şeyleri beklerken canım sıkılıyor vs. Ne yapsam yogaya yazılıp beklemeyi mi öğrensem. :P
Özetle azimliyazarım diye yazıyorum şurada ama millete dert yanıyorum. Ahah.
*
5 gün izin alarak 16 günlük bir noel+yılbaşı paydosu verdim. Dört günlük Yunanistan ve iki gün Erciyes'te kayak keyfi çok iyi geldi. Ama gerisinde etrafta pineklemek hiç iyi gelmedi. Bir şeyler yapmaya aşırı alışmışım, boş oturamıyorum hiçbir şekilde. Dedim oturup şu yazıyı yazayım artık. Umarım sıkılmadan okumuşsunuzdur. Görüşmek üzere!