Araştırmanın değişen yüzünden, araştırmalarımı sunuşumdan (sunamayışımdan) ve araştırma alanında popüler kişilerin davranışlarından çıkarımlarımı içeren, doktora güncesinde bahsetmediğim olayları anlatıp olayı insan ve kitle kontrölüne bağlayacağım karma bir yazıya hoş geldiniz. (Dıdışdış - intro girer)

Üç yıl önce doktora güncesinin ilk yazılarını klavyeye almaya başladım. (oha üç yıl oldu.) (inanılmaz). O yazılar genelde şöyle ilerliyordu.

1- Hocam bana makale yolladı makaleyi okudum şunu şunu anlatıyordu.

2- Python kodu yazmaya başladım, makaledeki şunu şunu uyguladım, çalışmadı, o gün paydos verip diğer doktoralarla muhabbete gittim.

3- Bir hafta sonra hocayla buluştuk şunu şunu gösterdim beğenmedi bunu bunu yap dedi dalga geçti.

4- Şunu bunu bir hafta boyunca çözemedim strese girdim. 

5- Hoca mailime cevap vermedi mail yoksa iş de yok dedim, iş yapmak yerine ders çalıştım. 

Şeklinde memur kafasında yazılar vardı hep :) 

Peki şimdi ne oldu? 

Hayatı Kaçırmak / Bilimi Kaçırmak


Artık makale okumuyorum. Özetlerini okuyorum. Çünkü konumla alakalı işin abcsi denilecek makaleleri okudum, temel bilgileri öğrendim. Onun yerine google scholardan konumla ilgili birkaç yazara alarm kurdum, onlar makale yazınca bakıyorum ne yazmışlar diye. arxiv.org diye makalelerin bir konferansa veya dergide basılmadan bilimadamları tarafından zaman kazanmak amacıyla (ve kendileri yaptıkları işi başkası yapmasın diye) “atıldığı” bir site var. Yine bu siteye konumla alakalı makale gelirse bana mail at diye alarm kurdum. Her sabah bir dolu makale geliyor ben de özetlerine bakıyorum ne yazmışlar diye. Maksimum bir tane makale ilgimi çekiyor, onda da girişi ve sonuçları okuyup azıcık metodolojiye göz gezdiriyorum ne yapmışlar diye bitti gitti. Aynı zamanda da Twitter’da da akademsiyenleri takip ediyorum, bakıyorum ne konuşuyorlar ne olup bitiyor. Hayatı kaçırma korkusu diye bir deyim var (fear of missing life) doktora birinci sınıftayken “Ya doktoralar şimdi ayrı grup oluşturup beraber takılıyorlarsa ve ben bütün eğlenceden mahrum kalıyorsam?” diye tecelli ediyordu. Şimdi ise “Ya süper düpper bir makale çıkmışsa ve ben onu kaçırmışsam.” şeklinde oluyor. 😛 İşim gündeme de dokununduğundan haberlere falan da bakmak gerekiyor, ama Türkiye’de gerçekten zor bir durum. Bilkent’te birinci sınıfta Matematik hocama gidip “Hocam ben hoca olmak istiyorum ama hocalar için çok çalışıyor diyorlar, siz ne kadar çalışıyorsunuz günde?” diye sormuştum o da “Bulabildiğim her an. İşimi çok seviyorum!” diyerek beni dumur etmişti. “Bizim alanda her gün bilmemkaç makale çıkıyor onları okumak gerekiyor.” şimdi aynen o noktadayım, zırt pırt yeni makale duyurusu diye mail geliyor kendimi çalışmaktan alamıyorum yardım edin!!!

Felsefe hocama söylemiştim “Hocam ne güzel esnek saatleriniz var istediğiniz zaman çalışırsınız.” demiştim (ki kendisi bir ara gece barda demlenirken sınav kağıdı okuduğunu falan söylemişti) O da “O iyi bir şey değil bu sefer her an çalışıyorsun veya çalışmayı düşünüyorsun.” Gerçekten de memur kafasıyla yapılmıyor iş. 9-17 çalışıyorsun diyelim, 17’den sonra paydos verdiğinde kafanda paydos veremiyorsun ne yazıkki. İlerleyebilmek için geçmeniz gereken bir görev, rpg tabiriyle level atlamanız için geçmeniz gereken bir “quest”iniz var. Bazen kendi kendinize side questler veriyorsunuz. İnsan bir an önce şu questleri bitirsem de şukuları kapsam, en birinci ben olsam diyor. Sırf birinci olmak değil tabii, bazen de insan questin sonunda ne olacak diye merak edip yapıyor. Haziran 12’de Twitter aktrolleri banladığından beri günde 16 saat çalıştığımdan (ve 1.5 ay sonra tükendiğimden) bahsetmiştim, işte hep bu gaz yüzünden.  Aktroller kimdi merak ediyordum.

En kötüsü “Ya benim yaptığımı başkaları yaparsa?” korkusu. Kaç defa başıma geldi, bir işe giriştim, sonra o iş yarım kaldı, sıra gelince bunu yaparım şimdi daha önemli işlerim var dedim. Sonuç olarak başkası gitti yaptı :))) O yüzden daha az ve kıyıda köşede kalmış, Amerikan üniversitelerinin gündeminde olmayan şeyleri çalışmaya başlıyorum artık. (Benim konuları çalışan üniversite sayısı diğer ülkelerin üniversitelerinde nispeten az.) Amerikan gündemi çalışmıyorum, koronayı sadece Türkiye özelinde çalıştım. Türkiye’de css yani hesaplamalı sosyal bilimlerde ülkecek çok zayıf olduğumuz için Türkiye gündemini ve Twitter’ını özel olarak takip edip oralardan konu bulmaya kasıyorum çünkü biliyorum yakın zamanda bunlar hakkında yazan bir şey olmayacak. 😛 Bern’de arkeoloji doktorası yapan bir arkadaşım var, Adana yöresindeki eski evleri çalışıyor. Neden İsviçre’den para alıp Türkiye’ye hizmet ediyor derseniz, çünkü buraları çalışan biri yok, onun hocası da buraları ilk çalışan olup rakipsiz bedavaya makale basma peşinde. Sistem budur.

Akademik İş Birliği 



Doktoraya geldiğimde yardımlaşma konusunda çok sıkıntı çekiyordum. Hocamla haftada bir buluşuyordum, yaptıklarımı anlatıyordum, öneri veriyordu iki cümleden oluşan, birini anlamıyordum. Bir de araştırma yaparken bir sürü ince ayar yapmak gerekiyor, bu ayarlara yardım etmiyordu, zaten o kadar çoklardı ki bunları sormak bile aklıma gelmiyordu bazen. Fikirlerimi açmakta falan da zorlanıyordum, dinlemek istemiyor gibiydi. Zaten genelde çok yoğun olduğundan buluşmalar kısa oluyordu. El mahkum labtakilerle falan konuşuyordum ama onların projeleri de epey farklıydı, pek bir şey bilmiyorlardı yani gidip makine öğrenmesiyle ilgili bir şey sormazsan. İkinci dönemimde başka bir lab benim alanımda çalışan birini postdoc olarak işe aldı. Onla bayağı konuştum yardımcı oldu sağolsun. Ama o da bana fazla dayanamadı ve bir dönem sonra MIT'e gitti adsdfsdf 😄 

Doktora ikinci sınıf da çok kötü başlamıştı. Hocamın bana doktoraya başladığımda verdiği projeyi hala toparlayıp makale haline getirememiştim. Komedi bir durum. (Tabii bu sadece benim hatam değil, projenin dandik olması da önemli bir etken ama neyse) Bu kadar büyük bir başarısızlığa rağmen hala olaylar değişir durum iyileşir diyordum. Çünkü araştırma konusunda her ne kadar berbat olsam da konularımı çok sevdiğimden sürekli bir gün önemli bir şeyler yapacağım umuduyla devam ediyordum. 

Gerçekten de değişti. Yani hala hiçbir şey başaramamış olsam da kesinlikle bir şeyler oldu. İkinci sınıfta hoca Amerika’dan postdoc ithal etti. Postdoc’un konuları benimkine benzerdi. Sonra daha önce bahsettiğim Türk botları olayı çıktı, hem hoca hem postdoc bunu ilginç buldu. Ben makaleyi yazdım, postdoca okuyup geri bildirim yapması için rica ettim, makaleyi çok ilginç ve gelecek vaadeder bulduğunu ama geliştirilmesi gerektiğini belirtti, yazar olma karşılığında bana makaleye analizini yapıp koyabileceğim epey bir soru yazdı. Resmen seviye atladı makale. 

Bu olaydan sonra her projemde ona gitmeye başladım, böyle böyle bir şey var ilgini çekerse beraber çalışalım sen de yazar ol dedim. Başlamadığım sadece fikir aşamasında olan projeleri bile ona açıp fikrini almaya başladım. Onla yaptığım sohbetler gerçekten çok değerli. Acayip gelişiyordum. 2020’nin başında mastır öğrencilerine proje dersi olarak verdiğim projeleri makaleye çevirdim, ona götürdüm, o da onları gerçek bir makaleye çevirdi. Bir güzel ojeledi cilaladı hepsini. İlkini gönderdik, kabul aldık. İkincisinde makale hakemlerinden biri mal çıktı alamadık. Bir hafta sonra üçüncü makaleyi de beraber yazıp gönderdik. Maalesef ikinci makalede ve biraz da üçüncü de, görünüşte pek bir şey yok gibi olsa da, ilişkimiz zayıfladı. Çünkü kadın benim onun İngilizce bilgisini suistimal etmeye başladığımı ve makaleler için yeterince çabalamadığımı düşünmeye başlamıştı haklı olarak. İkinci makaleyi gece üçte bitirip göndermiştim, bir ton yazım hatası vardı. Kadın makaleye bakıp “Bu yazım hatalarını düzeltmek benim işim değil yalnız, EPFL’den makale yazım dersi alabilirsin veya hocanın sponsorluğunda dil koçu tutabilirsin.” demişti. Ben de “Ya o olay makaleyi gece yazdığımdan öyle” diye gevelemiştim. Üçüncü makalede ise aşırı stres olup kadına İngilizce derdimi anlatamadığımda Türkçe anlamayan turistlere bir de seslerini yükselterek Türkçe anlatmaya çalışan barzo gibi sesimi yükselttiğim falan oldu. Tabii hemen durumun farkına varıp özür diledim ve o da aynı bu barzo örneğini verip anlayışla karşıladı. Ama bunu gerçekten dert etti mi yoksa strestir diyip unuttu gitti mi bilmiyorum, ben olsam biraz alınırdım.

Bundan sonra malum korona oldu ve ona o kadar ulaşamamaya başladım. Slack kullanıyordum, oradan yazıyordum, kafasına esince cevap veriyordu. Bir hafta cevap vermeyip sonra çok yoğundum x projesi vardı diyordu. Anlaşılan sessize alınmıştım 😛 2020 başında gönderdiğim ve kabul alamayan makaleyi baştan yazıp ona gönderdim, “Bu makale iyi gözüküyor, ayrıca artık daha iyi yazıyorsun.” diye gazladı. Makale için test verisi oluşturmak, bunun için de 200 tane kadar Twitter hesabı incelemek gerekiyordu. Bunu dediğim anda lafı ağzımdan aldı, ben yaparım dedi. 

Aradan 4 ay geçti muhahahaha. Bir türlü bitirmedi şu hesapları inceleme işini. Bu arada Türk trolleri olayı patladı, onlara baktım, önceki Türk botları makalemi tekrar yazdım, bir tane sınavım vardı ona çalıştım, ondan da kaldım yani bravo bana. Dedim artık sen bu inceleme işini bitir. “Kusura bakma ya bıraktım kaldı bu iş böyle.” dedi ve sonunda bitirdi. Onu da biraz yarım yamalak yapmış gibi. De neyse artık. 

İşin özü yine birinci sınıfta olduğumdaki mikro derecede yardım alamıyorum. Ama artık işi öğrendiğim için buna çok ihtiyacım olmuyor. Postdocun tavrı değişmiş olma da bu zamana kadar bana katlanabilidiği süre içinde çok şey öğrendim 😛 

Buraya iki dipnot koyayım. Birincisi postdocla hem iyi arkadaş olduğumuzdan hem de aynı işi yaptığımızdan birbirimize alakalı makaleler gönderip beraber sunumlara katılıp onlara yorum yapıyoruz, hatta bir sunumda sunumu yapan profesör sahilden yazlık elbiselerle bağlanmıştı da kopmuştuk buna. Birbirimizi Twitter’dan retweetliyoruz falan. Akademide bu düzey arkadaşlık çok önemli bir şey. 

İkinci dipnot da şu, geçen Nilay Örnek’in Nasıl Olunur podcastinde Yemeksepeti ceosuyla röportajını dinledim. Adam diyor ki “Bana gelen işbirliği tekliflerini gözden geçiriyorum ama fikir aşamasında gelenleri kaale almıyorum, fikir herkeste var, fikre sahip olanın en azından bir fizibilitesini yapması lazım.” Aynen böyle. Araştırmada da eskiden fikrin çok değerli olduğunu düşünürdüm. Şimdi ise fikri buldum mu bir iki gün eldeki veriyle ön analiz yapıyorum bakıyorum olacak gibi mi. Olacak gibiyse devam ediyorum veya öğrenci projesine çeviriyorum. Öğrencilerin projesi daha çok uzun bir önanaliz gibi oluyor (istisnaları var). Tabiri caizse proje veya benim projede kullandığım metot tutacak mı diye orada bir test aşamasına geçiriyorum. Sonra kendim projeyi devralıp öğrencinin yaptığı işe yarar kısımları da alıp makaleye çeviyorum. Tüm bunlar o kadar çok uzun süren, emek ve beyin isteyen süreçler ki bunların yanında fikir bir hiç. Herkesin fikri var zaten Twitter’da görüyoruz hepimiz. Ama herkesin bu tip analiz süreçlerini yönetecek gücü ve azmi yok.

Bu kısım havada kaldı, açıklayayım. Bundan 1.5 sene önce 2019 Martta sarı yelek olayları patladı. Hocam “Sarı yelek datası çektim bir bak.” dedi. Baktım, ne olmuş. Notlarımı falan aldım. Sonra daha kapsamlı bir çalışmaya başlamak için veriden rasgele 10,000 hesap çekip onların tüm güncel verisini çektim. Sonra bir şey fark ettim, güncel verideki Twitter hesabıyla hocanın çektiği Twitter verisi hesabı tutmuyor. Hocanın çektiği hesap giletjaune62, macrona küfürler falan ediyor. Benim çektiğim veride hesap Toy Story 4 fan hesabı olmuş ???? Bu ne la? Sonra çaktım durumu, meğerse Twitter’da isim değiştirip, eski tweetleri silip hesabı komple başka bir hesaba çevirmek mümkünmüş. Bunu yapınca takipçiler de (olayın farkında değilse) gitmiyor :))) Hemen bunu bir makaleye çevirmeye karar verdim, “Twitter’daki şekil değiştiren hesapları nasıl buluruz?” diye. Bir tane öğrenci aldım. Ona veri verdim, şuna buna göre filtrele şekil değiştirenleri bul diye bir dönem çocukla uğraştım. Geldi gitti durdu ofise. Sonuç olarak “Abi veride o tip şekil değiştiren bir hesap bulamadım insanlar isimlerini değiştirmiş sadece.” felan dedi. Ya o fazla uğraşmadı ya da benim metot çuvalladı. Kendim çocuğun yaptığının aynısını yapmadım, onun yerine Twitter’ın yayınladığı troll hesapların verilerini indirip aynı metodu orada denedim. Voila! Bu hesaplar troll olduğundan şekil değiştirme ihtimali daha fazlaydı ve gerçekten de şekil değiştirmişlerdi. Bu sayede çalışmayı tamamlayabildim. Özetle benim orijinal fikrim hiçbir şey ifade etmiyordu, asıl olay fikri yürütmek için kullandığım metottaydı. Bu da böyle bir anımdır.

Çalışmalarımı Sunuşum (Sunamayışım)


Çalışmalarımı, ön analizlerimi vs. ilk iki sene bol bol sundum laba. Sunumlar önceleri “Bakın bunları yaptım, hadin beraber yorumlayalım şimdi.” şeklindeydi. Sonra tabii kimsenin yorum yapmadığını görünce sunumları “Bakın şöyle enteresan şeyler buldum, buradan şöyle bir proje fikri çıkabilir.” şekline döndü. Bu sunumlardaki bazı fikirleri gerçekten projeye dönüştürmekle beraber geneli pek bir işe yaramadı, labtakiler aa ben bunu yapayım demedi ki zaten niye desin. Daha sonra sunmayı bıraktım, projeleri bitirip basınca pratik yapmak için laba sunarım dedim. Zaten herkes böyle yapıyordu, benden başka sık sık sunum yapan biri yoktu. 

İş sonunda projeleri gerçekten sunmaya geldi. 2019 başında Zürih'te Eurocss isimli sempozyuma gittim. Hem sosyal bilimcilerin hem de bilgisayar bilimcilerin katıldığı ortak bir sempozyumdu. Sunulan çalışmalar açısından dandik bir sempozyumdu ama gelen kariyerli kişiler vardı. Bana bir dakikalık konuşma süresi tanıyıp poster sunmam için pano vermişlerdi 😛 Poster koydum. Fazla gelip soru soran olmamıştı yanılmıyorsam 5 kişi falandı. Fakat o beş kişide bile, bazılarının sosyal bilimlerden gelmelerinden tabii, çalışmayı sunmakta zorlanmıştım. Konuşurken çok fazla metodolojiye iniyordum ve ne bulduğumu özet geçmekte zorlanıyordum. Ayrıca adamların kafasındaki terimlerle benimkiler uyuşmuyordu sözelci oldukları için :PP Bir de konuşurken çok fazla bağırdığımı ve kaba olduğumu fark etmiştim, ki bu büyük bir sorun. Bu sözelci - bilgisayarcı çatışması başkalarının çalışmalarında da oldu. Mesela, elemanın biri kim depresyonda onu yapay zekayla bulmak gibi bir şey yapıp sunmuştu, sosyal bilimci biri de bir yığın gömmüştü adamı sunumun sonunda koca amfide böyle çalışma olur mu aslında hiçbir şey bulmuyorsun vs. diye. (Altüstü dandik bir sempozyum! diyemedim tabii amfinin ortasında). Bir de bu sempozyumda mikrofon yastık gibiydi birbirimize atıyorduk amfide elden ele gezdirmek yerine sdfsfdsf. 

Eurocss fazla sarmamıştı, bir de gerizekalılık edip hocaya fazla yük olmamak için hostelde 6 kişiyle kalmıştım ahahaha. Tam bir felaket. Sonraki sunum maceram her sene EPFL’de gerçekleştirilen Applied Machine Learning yani Uygulamalı Makine Öğrenmesi konferansı. İnsanlar geliyor ellerindeki bir probleme makine öğrenmesi kullanarak nasıl çözüm bulduğunu anlatıyor. Bir çok şirket buraya şirket içindeki problemleri nasıl çözdüğünü anlatmak için geliyor. Bazı şirketler ise sponsor oluyor, karşılığında içlerinden biri cool story anlatıyor biz de mal mal dinliyoruz. Örneğin Microsoft sponsor olmuştu da Machine Learning and Pattern Recognition kitabının (bu alanda ünlü bir kitap) yazarı Christopher Bishop gelmişti. Sunumundan ne hatırlıyorsun dersen koca bir hiç. 

Neyse, bu sefer ben de başvurayım, şu bizim Türk botlarını anlatayım dedim. Çalışmamın özetini yazıp AI & Trust isimli Yapay Zeka ve Siber-Güvenlik paneline yolladım. Kabul aldım. (Daha sonra öğrendiğime paneli organize eden kişiler başvuran 7 kişi arasından sadece bana kabul vermişler, geri kalan konuşmacıları hep kendileri çağırmışlar) Sunumdan iki gün önce hasta oldum, o bahaneyle sunuma fazla çalışamadım. Gittim yapmaya başladım sunumu. Kağıttan okuyor gibi ezberlemiş gelmiştim hatta başında bir yerde İngilizce cümleyi devrik kurup konuşmaya 10 saniye ıııı arası verip sıvadım :d Gerisi fena değildi. Sunum sonunda bir soru geldi, o da sunumda ortaya attığım ama konuyla pek alakası olmayan bir sav üzerineydi. Bilmiyorum dedim geçtim. Sunumun sonunda Twitter’a çalışmalarımı gönderdiğimi ama Twitter’ın analizimi okuduğu halde problemi sallamadığını söylemiştim. Paneli yöneten “Ben bir soru sormak istiyorum, Twitter’a saldırılarınız devam edecek mi?” diye sordu ben de “Tabii ki! Bu benim phd’m!” dedim. Bütün salon koptu 😄 😄 😄 

Bu konferansa gelen Türkler olduğu halde sunumuma tek bir Türk bile gelmedi ya da en azından ben görmedim. Sunum çıkışında Alman bir abi geldi. Sunumumu çok beğendiğini söyledi, bir de Almanya’da her sene düzenlenen bir konferansı önerdi, o konferansta da benzer bir konuyu işlemişler. Mailimi aldı o konunun işlendiği sunumu attı, bu da bana epey yararlı oldu (sonra o sunumdan ilhamla kısa film çektim, anlatırım bunu da) 

Aynı paneldeki öbür sunumlara gelirsek, diğerleri bana biraz boş yaptı gibi geldi. Anlatılanlar araştırmadan çok popüler kültür gibiydi. Bir eleman direkt kitabının reklamını yaptı zaten sdsdf. Akşam panelin yöneticileri tarafından verilen yemeğe katıldım, tanıştık felan sunumdakilerle. Ben biraz sönük kaldım bu yemekte çünkü İngilizce geyik yapılırken (hele grupta İngilizcesi anadili olan biri varsa) ya konuyu geç anlıyorum ya da anladığım halde muhabbet çok saçmasapan geliyor, ne kafalar var diyerek başka düşüncelere dalıyorum. (Tinderla alakalı falan konuşuyorlardı.) O bakımdan çok verimli geçmedi. Ama gecenin sonunda masadaki Amerikalı abi bana şunu dedi, o da yemekten çıkardığım ders oldu “Bu konferans networking için abicim.”

Networkingten dernek yazımda bahsetmiştim. Orada yazdıklarımı buraya kopyalıyorum:

Networking "İşle alakalı çevre edinmek" yani özetle bir gün lazım olur diye işle alakalı birilerini tanımaktır, onlarla bağlantı kurmaktır. Torpille karıştırılabilir, torpil değildir. Bağlantılarınızı yine liyakat esasına göre kullanırsınız. Bir iş için birini bulmak o kadar kolay değildir, googlelayamazsınız, veya googlelayıp bulamazsınız. O yüzden ne kadar çok kişi tanırsanız o kadar iyidir. Bunu da taşınarak yaparsınız. (Linkedin'de ekleyerek değil.) Sonra kendi tecrübelerimle anlatacağım ama merak eden bu yazıyı okuyabilir:  https://eksisozluk.com/entry/19671619

Bu konferans da biraz bana bunu öğretti. Elinden geldiğince herkesle tanışmaya çalışmak, saçma bile olsa geyiklere katlanmak. Kart falan bastırdım hatta ilk konferansta sağa sola dağıtırım diye. 

Networkingle ilgili komik bir anım var. Geçen sene Zeynep Tüfekçiyle tanışıp onunla muhabbet ederken Türk beyaz yaka bi abi gelip lafa dalmıştı Türkçe duydum geldim vs ben bilmemne şunu bunu yapıyorum falan. Sonra Zeynep Tüfekçiyi ve beni linkedinden eklemişti (napacaksa ekleyip). Dedi “X kişisi ortak arkadaşımızmış aa sen de mi Bilkentten mezunsun o arkadaşla da aynı ofisteydik.” vs anlattı. Sonra Zeynep hoca tüydü, başbaşa kaldık. Övdüm kadını çok ünlü Amerika’da falan dedim “Ben tanımıyorum halbuki 18 yıl orada yaşadım.” dedi. (Kadın konferansta Kasparov’dan sonra ikinci ana konuşmacıydı, konferans ücreti 1000$ adam onu dinlemeye bu kadar para veriyor kimi dinlediğinden haberi yok.) Sonra muhabbet çıkmaza girince kendi çalışmalarımdan falan bahsederken adam sözümü yarıda kesip “Özür dilerim sadece Türkçe duyduğum için gelmiştim arkadaşlarım orada iyi günler.” dedi çekti gitti öylece kalakaldım. Hiç böyle kaba bir çıkış görmemiştim. 

Bu sene yine Türklerle şans eseri buluşmuşuz konuşuyoruz. Yine aynı adam geldi ya la. İsmimi soyismimi sordu, linkedine girdi "X kişisi ortak arkadaşımızmış aa sen de mi Bilkentten mezunsun o arkadaşla da aynı ofisteydik.” diye yine anlatmaya başladı 😄 😄 😄 Linkedinden onun isteğini kabul etmeyip öyle askıda bıraktığımı da görüp bozuldu her ne kadar bunu belli etmese de. Seneye de gelip yine sıfırdan tanışacak mı çok merak ediyorum.

Bundan sonraki olayı biliyorsunuz, korona. Makalemin kabul edildiği online konferansa katıldım ne güzel Tayvan’da takılacakken. Konferans genel olarak kötüydü. Bana yararı Marylandden bir tane profesörle (Netflix’in numbers 4. bölümünde botlarla ilgili konuşan acayip güzel insan)  kolaborasyona başlar gibi olup başlayamamak oldu. Onun dışında sunumlar genelde sıkıcıydı. Konferanslardaki büyük ikilem: ya iyi konuşan ama araştırma yapmayan kişiler boş yapıyor ya da araştırma yapan henüz kariyerinin başında olan phd öğrencileri düzgün sunamıyor. Dets dı sistım. Fak dı sistım.

Özetle tüm bu sunumlardan sonra sunumlarımı hatta poster sunumlarımı karşıdakini düşünerek yapmayı kendime ders edindim. Postdocum “İnsanların kısa dönem hafızası 10 saniye falan, ona göre davran, çok uzun cümleler kurma yazarken bile.” diyor, haklı. Bundan sonra ortaya cevaplayamayacağım boş savlar atmayacaktım, cevaplayamayacağım soruları da bilmiyorum diyip geçmek yerine fikir mantıklı yürütecektim. Ayrıca konferanslar networking içindi, bir yığın kişiyle tanışıp onlarla geyik yapmaya kasacaktım. Postdocum aynı zamanda "elevator pitch” yani asansör sunumu hazırla dedi bana. Yani biriyle asansörde beraber çıkıyorsun o on saniyelik konuşma içinde ne yaptığını anlatabilmelisin. “Merhaba” “As” “Ben 2013’ten beri blog yazıyorum.” gibi. :d

Tabii bu dersleri çıkardım ama hiç uygulayamadım, boş yapıyorum şu an acayip. 

PR’ın Gücü 


Fake trendlerden, Cüneyt Özdemir’den, Twitter’daki viral tweetten vs. sayısız kez bahsettim son yazılarda, umarım sıkılmadınız. Argümanımı desteklemek için son kez bahsedeceğim. Fake trendlerin nasıl yapıldığını 2018 Aralık gibi keşfedip trend verilerini çekmeye başladım, 2019 Mayıs’ta makaleyi yazmaya başladım, 2019 Eylül’de ilk makaleyi gönderdim, red geldi, 2020 Şubatta ikinciyi yazdım, yine red. Her redden sonra “Şunu şunu da yapın.” diye öneriler geldi, geldikçe makale zenginleşti. Son olarak Türkiye’deki trendlerin yarısının sahte olması, bunları açanların çoğunun bot değil senin benim gibi kullanıcılar olması ve Twitter’ın durumu benden öğrenip sallamaması gibi komik bir sonuçla elimi iyice güçlendirdim. 

Bu uzun süreçte hep istediğim şu bulduklarımı insanlara anlatıp şaşkınlıklarını görmekti, çünkü kendim bulduklarıma şaşıyordum. Ekşi sözlükte “bilmem kaç ekim 2019 fake trendleri deşifre etmem” diye başlık açacaktım onlar da bkz: vay anasını diye cevaplayacaklardı sfsdf.

Sonuç olarak malum oldu, Twitter çıktı 7340 hesap kapattık. Stanford çıktı “Eved bunlar AKPli” dedi işi en basite indirgedi. Ben ise Twitter'da “Lan!!? Durun öyle değil. Olay üzerinde 1.5 senedir çalışıyordum akşam Cüneyt Özdemir’de de anlatacağım.” Aldığım cevap: “1.5 senedir çalışıp Cüneyt Özdemir’de açıklıyorsan istemez kalsın.”

Ya iyi de ben İsviçre’de bu konuda makale yazayım gidip konferanslarda sunayım çalışayım didineyim, naparsam yapayım bunun İstanbul’daki yağız Türk delikanlısına ulaşma ihtimali yok ki? Suni gündemden başka bir şeyin haberini yapmayan bir medya var ülkede. 

Cüneyt Özdemir’de konuşunca bak ne güzel oluyor:


Koskoca EPFL’de en çok okunan preprint (yayınlanmamış makale) oldu benim makale Cüno yayını ve viral tweetten sonra. PR işte bu. 

Örneğin Apple’da açık buldu haberleri. Meğer açık bulan çocuklar parayla ajansa haber gönderiyormuş, ajans da gazetelere satıyormuş. Gazeteciler de bunlar doğru mu diye kontrol bile etmeden yayınlıyormuş. Açıklamalı video (uzun video, sonra seyredersiniz): https://www.youtube.com/watch?v=dzJslQa1LZs Bu açık bulduk dolandırıcıları bu tip gazete haberlerini referans gösterip Twitter’dan mavi tik falan alıyormuş hatta başka işlerde bu haberleri kullanıyorlarmış. Süleyman Soylu’yla falan fotoğrafları var. Böyle bir medyanın gelip benim makalemi bulup haber yapma ihtimali yok ki. 

Benim makalem henüz basılmadığı, konuyu anlattığım konferans da daha çok iş adamlarına yönelik bir networking konferansı olduğu için bizim gazetecilerin de yağız Türk delikanlısının da çalışmadan haberdar olmasına gerek yok. Sıkıntı şurada: ben makaleyi internete yükledim, google scholarda "Turkey Twitter Manipulation" diye aratan bulur zaten konuyla ilgili başka makale yok sfdsf. Eee bu Stanford raporunu yazan adamlar dersini çalışmamış, benim makaleye diss atıp gitmiş Guardian haberinde geçen “6000 Aktroll” sayısını alıntılamış, gitmiş DFRLab’in blogpostuna referans vermiş. DFRLab Natoya bağlı bir lab, sosyal medya manipülasyonu çalışıyorlar, bulduklarını Mediumdaki bloglarında yayınlıyorlar. Buradaki sıkıntı şu, yahu bu adamların yazdıkları peer review’dan yani konferanslardaki hakemlerin denetiminden geçmiyor. Adamlar kafasına göre istediğini yazabilir. Güncel konularda çabuk analizler yayınladıkları için yazdıklarının haber değeri var ama bilimsel değeri aynı ölçüde var denemez. Stanford raporunda referans gösterilmelerinin nedeni adamların PR gücünün olması. Muhtemelen o raporu hazırlayan Türklere “Bakın DFRlab da şöyle bir rapor yayınlamıştı onu alıntılarsınız.” falan demişlerdi.

E bu ne şimdi?

Daha da kötüsü, DFRLab’ta Türkiye hakkında raporlar yayınlayan kişi Amerikan Ermenisi, Türkçe bilmiyor. Dile değil liyakate göre alınmıştır diyebilirsiniz, bahsettiğim kişi lisans mezunu 🙂 Evet Türkiye’deki sosyal medya manipülasyonunu çalışıp belgeleyen tek kişi bu. Ve acayip PR gücü var, yazdıklarına dünyadan bilim insanları gazeteciler vs. bakıyor.  

Tehlikenin farkına varıp durumu postdoca açtım ya biz burada makale yazacağız diye yırtınıyoruz adamlar kafalarına göre blogpost atıyorlar bolbol da okunuyorlar dedim. Onların çok acayip PR gücü, üniversite ve gazetelerle işbirlikleri var dedi (NATO’ya bağlı labtan bahsediyoruz zaten). Yani aslında Apple’da açık buldum diye yazıp kendini haber yaptıran çocuğun durumunun benzerinin biraz kompleks versiyonu var ortada (bir de çocuk gibi yalan söylemiyorlar tabii.)

Özetle akademik kimlikle bir şeyler başarmış olmak yetmiyor, PR yani Public Relations stratejileriyle çalışmaları duyurmak, duyururken de aslında siz bir şey yapmıyormuşsunuz da onlar size gelmiş, siz de onlara konuşan uzmanmışsınız gibi kameralara poz vermek gerekiyor. En küçük bir başarıyı büyük bir devrimmiş gibi yaftalayıp herkesin ondan konuşmasını sağlamak veya en azından herkes ondan konuşuyormuş gibi izlenim yaratmak gerekiyor. Cüneyt baba beni yayında takdim ederken "Kendisi sosyal medya manipülasyonu konusunda doktora yapıyor. Yani bu işlerden en iyi anlayan kişi." demişti de noluyoruz demiştim. Meğer adam doğru olanı yapıyormuş. (Sonradan da haklı çıktığını fark ettim, çünkü diğer uzmanlar pek bir şeyden anlamıyor gibiydi. Burada fazla kibirli davrandığım için herkesten özür.)

Bunları kavradıktan sonra taktik değişimine gittim. Ana hedefim artık gururu bırakıp araştırmalarımı olabildiğince yaymaktı. “Akademisyenim ben onların bilimsel gelişmeleri takip edip beni bulmaları lazım.” mağrur ve işlemeyen bir yaklaşımdı. Asıl yapmam gereken tohumları saçar gibi araştırmalarımı her yere saçmaktı. Sonradan fark ettiğim üzere aslında tüm araştırmacılar bunu yapıyor, konferanslara assolist gibi gelen “keynote speaker” isimli prestijli araştırmacılar aslında hep aynı şeylerden bahsedip ünlerine ün katıyor. Geçen sene konferansa Zeynep Tüfekçi geldi demiştim, kadın gelmeden önce tüm TED talklarını izleyip tuğla gibi kitabını okudum. Kadın geldi önceki TED Talklarda ne anlatıyorsa onu anlattı ve gitti. Benim için yararlı bir konuşma olmadı ama onu tanımayanlar tanımış oldu, o da aynı konuşmayı tekrar yaparak tanınırlığını arttırdı.

Bunun için ilk iş olarak medyumda araştırma blogu açtım. İngilizce, Türkiye’deki trendlerle ilgili bir yazı yazdım, Twitter’da yayınladım. İngilizce hesabımdan yayınladığım için pek bir şey olmadı, Hintli olup aynı konuları Hindistan özelinde çalışan bir arkadaşım retweetledi, onun tanıdığı Arap bir profesör retweetledi, sonuç olarak bir sürü Hintli ve Arap takipçim oldu. :dd Arap hoca “Bu yayınlandı mı bir yerde?” yazınca yok dedim, böyle olunca “Dedim en iyisi yayınlanınca yazayım geri kalanlarını şu an pek bir şey ifade etmiyor akademi camiasına.” 

Bloga yazmam tamamen beyhude olmamış yine de. Nijeryalı bir araştırmacı bana mesaj attı ve medyum makalemi okuduğunu, benzer trend manipülasyonunun Nijerya’da da olduğunu, beraber çalışabileceğimizi söyledi. Toplantı yaptık, çok enteresan şeyler anlattı, biz burada aktrollerle adnancılarla felan uğraşıyoruz, orada Coca Cola falan trend yaptırıyormuş ya ahaha. “Afrika ülkelerinin pek bir yaptırım gücü yok o yüzden Twitter tınlamıyor.” falan dedi. (Şaşırtmadı) Şimdi bakıyorum neymiş bu fake trendler diye. PR rulez özetle.

Türkiye’deki fake trendler makalem henüz kabul almadı ama en azından 2. raunda seçildi. (Dua edin kabul alayım artık.) Kabul alma ihtimalime karşılık ekşi sözlük hesabımla birkaç hazırlık yaptım, wikipedia hesabı alıp orada da Türkiye’de dezenformasyonla alakalı bazı başlıkları seçip Yunan ve FETÖ propagandasından temizledim. 

Sunum, Networking, PR… Bilim insanı olmaya çabalarken bunlardan kurtulduğum için seviniyordum. Halbuki tünelin ucunda beni bekliyormuş şerefsizler. Neyse. 

Bir de şu üç kalıba girmeyen bir konuya değinmek istiyorum, o da insanlara iş ortamında nasıl hitap etmek gerektiği. Tanımadığınız birine mailde Dear Dr. bilmemneyle başlamak, eğer cevaplarken imza olarak kendi ismini atıp soyismini yazmazsa artık ona yaşı ne olursa olsun ismiyle cevap vermek. Asla Mr., Ms. kullanmamak vs. Bunları öğreneli çok oldu zaten, siz de bilmiyorsanız şimdi öğrendiniz. Asıl olay yalakalık. Bir çok defa postdocla ortak projelerimizle alakalı mail çektik dışarıdaki akademisyenlere asistanlara vs. Benim mailler şu şekildeydi:

Sn. Dr. Zottiri Zuttik

Merhaba ben azimliyazar, İsviçre’de doktora yapıyorum, sosyal medya manipülasyonlarını çalışıyorum. “bilmemne” isimli çalışmanızla ilgili bir sorum var bıdıbıdı.

Saygılarımla / Best Regards,

Amerikalı postdocum ise bu tip bir maili şu şekilde değiştiriyordu:

Sn. Dr. Zottiri Zuttik

Merhaba ben azimliyazar, İsviçre’de doktora yapıyorum, sosyal medya manipülasyonlarını çalışıyorum. “bilmemne” isimli çalışmanızı bugün okudum ve bilime yaptığınız katkılar karşısında gerçekten büyülendim. (ing: was really impressed by your contributions) … Eğer çalışmanızla ilgili küçük bir soru sorabilirsem … 

Zaman ayırdığınız için şimdiden teşekkürler!!

Saygılarımla / Best Regards,

...

Bütün mailler bu şekilde karşıdakinin egosunu tatmin edecek şekilde yeniden tasarlanıyordu. Tamam belki tanımadığın birine böyle yazmak iyidir de, buradan şöyle de bir sonuç çıkıyor: postdocum benle de konuşurken ne zaman benim bulgularımı, çalışmalarımı övse, cool falan dese muhtemelen onlar cool falan değil. Gerçekten cool olup olmadığını anlamam için ekstra çaba sarf etmem gerek. İçi dışı bir değil kadının çünkü. Örneğin postdocum bilime yaptığınız katkılar karşısında gerçekten büyülendim değil de harcadığınız efor karşısında gerçekten büyülendim derse bilin ki çalışmanız çok dandiktir katkı falan yapmamışsınızdır ahah.

Bunu kendi hayatıma da uyguluyorum artık. Maillerimde direkt soru sormak yerine, “Umarım her şey iyi gidiyordur, anan nasıl baban nasıl” diye giriş yapıyorum. Çok da umrumdaydı :dd Bakalım daha neler göreceğiz.

Çok laf az işimli, gerçekten işlerimden çok laflarımı anlattığım bu saçma makalenin de sonuna geldik. İleriki makalelerde görüşmek üzere!

Bu makaleyi paylaşın, kendi makalelerinizde kullanırsanız kaynak gösterin, bizim de azıcık prımız olsun. Ayrıca kanalıma abone olmayı unutmayın?