Bir dönem daha geride kaldı. Pek bir şey olmadı ama yine de dizinin devamını merak edenler için bir ara bölüm gireyim. 

Korona

Koronayı atlattım, şükür ki kalıcı bir hasar olmadı. Hastalığa yakalandıktan bir hafta sonra koku duyumu kaybetmiştim, bundan iki hafta sonra geri geldi. 1.5 ay geçmesine rağmen hala öksürebiliyordum. Sıkıntı çıkmasından korkup aile hekimine gittim. Bu da İsviçre'de ilk kez kendim insiyatif alıp doktora gitmemdi (bir kere de EPFL'deki acilde çalışan abi götürdü, kafamı bir yere çarpmıştım). Bu da ilginçti. Türkiye'de muayenehaneler var ya ona gitmek gibi, sağlık ocağına gitmek gibi değil. Apartman var bir tane içinde avukatlar falan var bir de doktor var. İçerisi büro gibi ve sanki hijyenik değil gibi. Aile hekimim ve kocası aynı dairede çalışıyor, ikisine Romanyalı bir sekreter bakıyor. Kadının bütün gün masabaşı çalışmaktan canı sıkılmış olacak ki benle uzun uzun muhabbet etti, bilmemkaç senedir İsviçre'deyim oğlum UNIL'de siyaset bilimi okuyor vs. Sonra doktora şikayetlerimi tercüme etti (ben bunu yapabilecek kadar Fransızca biliyorum ama uğraşamıyorum). Doktor "Ben senin doktora şikayetlerini napayım bana sağlık şikayetlerinle gel." dedi. Sağlık şikayetlerimden söz ettim, korona olalı 1.5 ay geçti öksürüyorum hala dedim. Doktor "Olur öyle" dedi. "İstersen bir kan tahlili yapayım yine de." dedi. Sekreter abla vurdu iğneyi parmağıma (sekretere bak on parmağında on marifet). Sonra çıkan kana bakarak "Ben Romanyalı Drakula'yım ham ham" yaptı. Gül gül öldük. Neyse kan tahlilinden de bir şey çıkmadı boşu boşuna doktora para bayılmış olduk :D (Gerçi bunun için eve fatura gelecek dediler ama eve fatura falan da gelmedi. Unuttular mı ne) Bu ziyaretten 2-3 gün sonra tüm öksürüğüm geçti. Doktora gidince iyileştim resmen. Korona psikolojikmiş. 

İsviçre Türk Öğrenci Derneği'nde Yeni Dönem

İsviçre Türk Öğrenci Derneği'nde başkandım demiştim. Lozan'da koronadan dolayı çok da bir şey yapamadık, online etkinlikler yaptık sadece. Zürihliler ise koronayı pek sallamayıp (o sırada orada vaka sayıları Lozan'a göre daha düşüktü) üç büyük etkinlik yapıp epey bir üye topladılar. Böylece dernekte üye çoğunluğu Zürih'e geçti. 

Aralıkta genel kurul toplamamız gerekiyordu. Koronadan dolayı kurulu Zoom'da toplamaya karar verdik Korona olmasaydı da böyle olmasına ısrar edecektim zaten de işime geldi şimdi. Zira genel kurullar geleneksel olarak Lozan'daydı ama benim o kadar Zürihli'yi Lozan'a gelmeye çağırmam yanlış olurdu. (İkisinin arası 2.5 saat) 

Genel kurulda yeni yönetim kurulu seçilecekti. Dernekte çoğunluk Zürihli olunca Zürihlilerin kanton milliyetçiliği yapıp sırf Zürihlileri seçme tehlikesi vardı, bu da Lozanlıların tamamen dışlanması demekti. Bu yüzden tüzüğü değiştirip kanton kotası koymaya karar verdik. Ben Lozan ve Zürih'ten eşit oluşacak bir tüzük önerdim, zaten iki kantondan da üçer aday vardı. Sonra bir şey oldu, Zürih'ten iki kişi daha adayız diye ortaya çıktı. Zürihli başkan yardımcısı "Yönetim kurulu sekize çıksın. Yönetim kurulunun yarısının iki fazlası aynı kantondan olamaz." yapalım. Aday olanların önünü kesmeyelim dedi. Bu kantonlar arası eşitlik ilkesini bozdu ama derneğin de nereden baksan 5/8'i Zürihli olduğu için itiraz etmedim. Onun yerine iki kural daha önerdim. Birincisi: "Aynı kantondan üst üste iki kere başkan seçilemez." Bu kural İsviçre'de uygulanıyor. Geçen sene başkan Almancıydı şimdi Fransızca konuşulan bölgeden biri. İkinci kural da (biraz zorlama gözüküyor ama) "Derneğin genelini ilgilendiren konularda en az iki farklı kantondan üyenin oyu bulunmalıdır." Beğendiler. Eski başkanlara gönderdim onlar da beğendi. Hatta konsolosa gönderdim o da yeni tüzüğü çok beğendi, o kadar beğendi ki TBMM'ye gönderdi. Sonra Cumhurbaşkanımız Erdoğan aradı dedi olm yarın gel yeni anayasa için çalışmalara başla. 

Genel kurul duyurusunu gönderdik. Tüzük değiştirmek için 40 kişi falan gerekiyordu. İnsanlar gelsin diye "Çekiliş yapıyoruz" diyip hediye çeki dağıttık. 45 kişi geldi. İlk 15 dakika tanışma yapalım diye dahiyane bir fikirle geldim, gelenleri zoomda breakout rooma aldım. Ama herkes bu fikri sevmedi. Sınavları olanlar uğraşmak istemedi. Bazıları "Ev halindeyim kameramı açamadım." falan demiş. Yönetim kurulundaki arkadaşlar da yeter diye mesaj atmaya başladı. 15 dakikalık tanışmayı 7 dakikada bitirdim. Sonradan öğrendim ki Lozan veya Zürih'ten olmayıp muhtemelen kendi kantonunda tek Türk olan, dersleri de online olan bir arkadaş bu tanışma etkinliği sayesinde tanışacak birilerini bulmuş. Hayırlı bir işe vesile olmuşuz.

İki saat süren ateşli bir genel kurulla devam ettik. Genel kurul dediğimiz, biz konuşuyoruz, diğerleri bilgisayarı yana koymuş ders çalışıyo, biz arkada oynuyoruz. Kimsenin salladığı yok napsın millet derneğin bürokrasisini. Yeni tüzüğü anlattık, tüzük hakkında soru soran çıkıntı arkadaşlara özelden "Kanka çok kurcalama toplantı uzuyo" dedik :d Tüzüğü geçirdik. Yönetim kurulunu da seçtik. Sonra iş başkan seçmeye geldi. Geçen yıl herkes ağız birliğiyle "Azimli en tecrübeli sensin sen başkan ol."demişti ben de ok demiştim ve beş dakikada bitirmiştik. Bu sefer böyle kolay olmayacak gibi gözüküyordu. Başkan seçimi toplantısından beş dakika önce Zürihli başkan yardımcısı beni aradı ve "Bu sene ben başkan olayım mı, geçen yıl size bıraktık." dedi. Tamam şimdi konuşuruz dedim. Yeni kuraldan dolayı başkanlığa devam edersem seneye Lozan'dan çıkabilecek bir başkanın hakkını yemiş olacaktım. Bir de korona zamanında başkan olmaya devam etmenin pek anlamı yoktu. Adaylığımı koydum ama görev dağılımı konusunda muhabbet çok uzayınca uğraşamayıp "Tamam ben başkan yardımcısı olurum no prob." dedim ve Turquia tarihine devrik başkan olarak geçtim ahah. Yeni yönetim kurulunu duyurduktan sonra Azerbaycanlı bir arkadaşım mesaj attı "Abi bu Zürihliler sana darbe mi yaptı." dedi. Güldüm, muhabbeti kısa özet geçtim. "Abi siz Türkler fırsat buldu mu ikiye bölünüp kutuplaşıyorsunuz." dedi. Tabii onların memlekette %90 oyla Aliyev şampiyon hep. sdfsdf 


Dernekte game of thronesçuluk oynamamızın üzerinden 2.5 ay geçti. O süre zarfında üç kere Instagram'da canlı yayında sohbet organize ettik. Sohbet için Whatsapp sözleşmesi, Post-truth (Qanoncuların darbe girişimi), Gamestop olayı gibi gündem olayları seçtik, böyle olunca rağbet oldu, her yayına 25-30 kişi geldi, 420 kişilik Instagram sayfası için iyi. Instagram sayfası da küçük bir kitleye hitap ettiği için anca bu kadar büyüyebildi ama bence kötü değil. 1000'e gelir mi bilmiyorum ama 1000 olursa gururlanırım, elimde büyüdü :P Bir de sayfa büyüyünce enteresan DM'ler de gelmeye başladı. Merhaba yazıp bırakanlar (cevabım "as"), bedava danışmanlık isteyenler, yönetim kurulu üyelerinin gururlu akrabaları. En favorim  "İsviçre hakkında bir bilginiz var mı" diye mesaj atan arkadaş. Malesef bilgimiz yoktu yardımcı olamadık. 

Queen's gambitten gaza gelip satranç turnuvası yaptık iki sefer. İkisinde de sonuncu olmadığım için kendimi tebrik ediyorum. :P

Bundan başka bir de Asım Şengör (Celal Şengör'ün oğlu) ile söyleşi yaptı yönetim kurulu üyelerinden biri. Bir saat konuştular. İsviçre nasıl bir yer, İsviçre'de karşılaşılan ilginç olaylar vs. Asım reis Zürih'te gittiği kafelerden bahsetti. Bir saatin sonunda muhabbet bitince söyleşi yapan arkadaş izleyicilerden soru alayım dedi. Başka bir yönetim kurulu üyesi olan siyaset bilimci bir arkadaş bağlandı "Öncelikle pandemi döneminde Zürih'te kafe önerdiğiniz için teşekkür ederim. Sizin şu an yaptığınız postdoc ne üzerine?" diye sordu. Asım reisin çalışma alanını yalnızca bir isim tamlaması kullanarak detaylı olarak anlatması üzerine arkadaş "Ben sözelci olduğum için anlayamadım biraz daha yardımcı olur musunuz." dedi. Adam istemeden etkinliği trolledi haha çok güldüm buna. 

Yönetim kuruluna yeni katılan arkadaşlardan biri "Beş Dakikada İsviçre" diye bir haber bülteni hazırlayıp sunmaya başladı. O kadar sevdim ki videolara clickbait başlık atma işini elime aldım. Başkaları da çok sevdi, ilk videoya arkadaşın yorumu "3 senedir şu ülkedeyim ilk defa haberleri izleyip anladım :D" Merak edenler için ilk video.

Bu dönem derneğe katkım çok enteresan bir şekilde oldu: yönetim kurulunda photoshop bilen ve dolayısıyla posterleri hep kendisine kitlediğimiz bir arkadaşımız vardı. O yönetim kurulundan ayrılınca ve benim de aklıma aklıma troll poster fikirleri gelmeye başlayınca kolları sıvadım. Üniversite birinci sınıfta birazcık fotoşok öğrenmiştim ama sonra beceremediğimi düşünüp bırakmıştım. O sıra mükemmeliyetçi yanım ağır basmıştı, Adobe çalışanlarının videolarına bakıp "Ben bunları yapamam" diyip bırakmıştım. Şimdi tekrar başlayınca anladım ki o kadar da zor değilmiş, mantığı basit zaten. Bir de GIMP daha güzel photoshoptan :) Merak edenler için reklamlar

Derneğe arkadaşlık ortamı için gelmiştim. Aday yönetim kuruluyla ilk toplantımda da bundan bahsetmiştim "Eğer bu dernek işlerinden keyif alacaksak önce birbirimizle sonra üyelerle arkadaş olmalıyız. Dernek bunun için var." Geçen böyle bir arkadaş ortamının oluştuğunu söylemek zor çünkü korona diye kimse kimseyi görmüyor ve zaten Lozan yönetim kurulunda iki kişiyiz. Ben Lozan'daki diğer üyeye yazdığım zaman etkinlik meydana geliyor. Bu dönem ise Lozan'dan üç kişi seçildi ve sonradan bir arkadaşımızı da kanton temsilcisi olarak atadık (böyle bir hakkımız var). Dört kişi hep beraber etkinlikler yapmaya hem de beraber gezmeye akşam yemeği yeme başladık. Dernek yönetmek sonunda keyifli bir halde geldi. 

Ev Hali

Geçenki yazımda eylülde bir Türk ve bir Makedonyalı iki yeni doktora öğrencisiyle eve çıktığımı anlatmıştım. İlk defa eve çıkıyordum. Benim için çok enteresan ve acılı bir deneyim oluyor, olmakta. 

Evin derdi hiç bitmiyor. Arkadaşlarım da sorumluluk almayı minimize etmeye çalışıyor. Emlakçıyla ve gelen postalarla hep ben muhattap olduğumdan beziyorum. Yangın sigortası geldi yılın başında. Onun için de Fransızca bir şeyler okuyup eşyaların değerini falan yazmak gerek. Makedon arkadaşıma "Bunu sen yapar mısın ben çok çalıştım." dedim. Tamam dedi. Beş ay sonra bana "doldurmazsanız size 5000 frank ceza keseceğiz" temalı üçüncü hatırlatma postası gelince anca doldurdu. Hey Allah'ım. Temizlikçiyle anlaştım, birkaç kere geldi sonra ev çok pis diye isyan edip gelmeyi bıraktı. İş yine başa düştü :d Makedon ev arkadaşım projeksiyon alalım dedi. Ben araştıracağım dedi. Sonra hiçbir şey yapmadı. Gittim taşınabilir projeksiyon alıp odama koydum, gerektiği zaman salona koyuyorum şimdi. Yine Makedon arkadaşım kanepelere çarşaf alalım dedi ama sonra yine hiçbir şey yapmadı. Ben de kıllığına kendim oturacağım zaman çarşaf serip kalkacağım zaman kaldırmaya başladım. Sonradan bezdim gerçi, bıraktım kıllık yapmayı.

Önceki kiracının depozitosunu almak için evde kırdığı döktüğü şeyleri onarması gerekiyordu. Beş ayda yayıla yayıla halletti her şeyi, bir tek şey hariç: banyoda lavabonun yanına konulmuş bardaklar. O bardakların neden orada olması gerektiğini bilmiyordum, herhalde gece biri susarsa diye diyordum. (Sonradan öğrendim ki diş fırçası koymak içinmiş, ben diş fırçamı hep şarjda tuttuğum için fark etmemişim.) Çocuk eski bardakları kaybetmeyi nasıl başardı onu da bilmiyordum. Bir türlü yeni bardak alamadı. Bir ara iki bardakla çıkageldi ama onlar da bardak konulacak deliklere sığmadı. En sonunda emlakçı "Bir işi de beceremedin." diyip olayın kontrolünü aldı. Evimize bir adam gönderdi, adam banyoya girip tabletiyle fotoğraflar çekti, ölçü mölçü aldı, banyo ve deliklerin analizini yaptı, en optimal bardağı buldu ve almak için markete gitti. Ne bardakmış arkadaş evladiyelik bardak.. Bir arkadaşım "Ben ne zaman yeni eve taşınsam çıkarken eski eve o bardaklardan almak zorunda kaldım." dedi. Ben de korkup bardakları rafa kaldırdım. 

Kasımdan itibaren her yer yavaş yavaş kapanmaya başlayınca Makedon arkadaşım birinci sınıf phdleri eve partiye çağırmaya başladı. 8-10 kişi eve doluşuyorlar. Grup kötü değil de. Bir EPFL klasiği olarak çok az kız var böyle olunca kızlar yanyana duruyor ve grubun merkezi oluyorlar birden bire. Daha kötüsü birinci sınıf doktora öğrencileri ne konuşuyorsa onlar da normal olarak onu konuşuyor. Hiç konuşmadığı halde niyeyse tüm toplaşmalara gelen amaçsız elemanlar var. Bir de doktora beşinci sınıf olup her buluşmaya gelen Yunanlı bir eleman var. Adam yalnız belli ki arkadaşları hep mezun olmuş. Aşırı empati yapıyorum adama. Her geldiğinde "X'i nereden bulabilirim." tarzı şeyler soruyor bana, cevap da genelde "Türk marketi" oluyor. (örneğin pul biber). 

Bu partilerle alakalı en güzel şey partiden sıkılınca odama geçip film izleyebiliyorum :DD

Enteresan ama Türk arkadaş (da) doktora birinci sınıf olmasına rağmen muhabbetten erken sıkıldı ve dışarıda toplaşmaları bırak, kendi evindeki partilere bile katılmamaya başladı. Makedon çağırıyor Türk evine kapanıyor ahaha. 

Ocak sonu gelmişti. Canım çok sıkılıyordu. Hayatta yeni hiçbir şey olmamasından yakınıyordum. Dedim Makedon'a böyle böyle, sen bu konuda napıyorsun. Dedi abi uzay kurabiyesi yaptım. Beklenmedik cevap karşısında afalladım. O haftanın cuma gününde yine eve milleti topladı. Ben partiye katılmamış, odamda cajon çalıyordum. Geldi odama dedi herkes kurabiye aldı bitecekti sana bir tane ayırdım istiyon mu. Dedim alayım bakayım. Tabii eğitim içerikli bir blogta kurabiye yedim şöyle tatlıydı böyle lezzetliydi diye anlatmayacağım, kısaca özet geçeyim: hayatımın en berbat 24 saatiydi. 24 saat diyorum çünkü o gece kafa yerine gelir gibi olduğunda odama kaçıp uyudum, uyandım ertesi gün devam etti. Partidekilerin yarısı kurabiyelenip kafayı sıyırmıştı. Oraya buraya kusanlar, gülmekten karnı yarılanlar. Bizim evde sabahladı herkes, ertesi gün akşama kadar da kafaları yerine gelsin diye beklediler. O günün akşamında benim bir arkadaşım mercimek köftesi yaptım diye çıkageldi, mercimek köftesine hayır diyecek kadar gerizekalı olmadığımdan eve davet ettim ve beraber yedik. O sırada Makedon arkadaşın kız arkadaşı da ortamda bulunduğundan yine evde muhabbet döndü ve Türk arkadaş en sonunda isyan etti "Tüm haftasonum sizin partinizi odamdan dinlemekle geçti hiç dinlemedim. Ben ayrılıyorum evden." 

Tabii bu onun evden ayrılmak istemesinin tek nedeni değildi. Ev ses yalıtımında bir dünya markasıydı, yan odadaki kişi hapşırınca ben çok yaşa diye bağırıyordum o da eyv diye cevaplıyordu mesela. Makedon da Makedon olmanın bir getirisi olsa gerek evde sürekli bağırarak telefonda Makedonca konuşuyordu. Smoothie makinesiyle sürekli smoothie yapıyordu. Arkadaşlarını çağırıp salonda / mutfakta (ikisi aynı yerde zaten) sosyalleşiyordu. Ve mutfağın / salonun kapısı yoktu. Ev tam bir mimari harika. Benim için aşırı bir sıkıntı yoktu, ben çalışırken müzik dinliyordum zaten ama Türk ev arkadaşım "Ben bu evde bir türlü huzuru bulamıyorum." diye yakınıyordu. Onun odası mutfak / salonun bitişiğinde olduğundan en çok ona ses gidiyordu. Bu olaydan sonra Makedon ev arkadaşım iki hafta Makedonya'ya gitti ve böylece evdeki sesin kaynağı tek kişi olduğunu anlamış olduk. Adam haklıydı. 

Olaya Makedon'un perspektifinden bakarsak, aslında adam kiraladığı evin tüm nimetlerinden yararlanıyordu. Kocaman salona para verip orayı sessiz tutacak hali yoktu ya? Üstelik biz geç yattığımızda veya salonda konuştuğumuzda veya ben kendi arkadaşlarımı çağırdığımda en ufak bir şey söylemiyordu. Kulaklığını takıp öyle çalışıyordu. Her şeyi tolere ediyordu. Aslında karşılığında çok da bir şey istemiyordu bana göre. Yani iki ucu kıllı değnek. 

Birinin evden çıkması için yerine birini bulması gerekli yoksa depozitosunu alamaz. Türk arkadaş evin ilanını Facebook'a koyunca Makedon'un da yakın arkadaşı olan İtalyan bir birinci sınıf doktora öğrencisi görmüş, o gelecek eve, tabii Türk olan eleman ev bulabilirse. İtalyan eleman da tam extrovert. Makedonla İtalyan'ı aynı odaya bırak beraber saatlerce boş yapabilirler. Tehlikenin farkında olduğum halde Türk elemana daha fazla acı çektirmemek için dedim tamam gelsin İtalyan. En azından beleş pizza yerim. (Adamın pizza fırını var).

Bu olaydan bir ay sonra Makedon "Bugün isim günüm" diye yine parti verdi. (İsim günü Hristiyanlarda ismin doğum günü gibi bişi, merak eden araştırsın nameday diye uğraşamayacağım anlatmakla.) Evde canım sıkıldığı ve gezemediğim için sırf margarita yapmak için kokteyl seti almıştım. Onu görmüş dedi aga kullanabilir miyim. Dedim ok. Gitmiş 300 franklık alkol almış (yuh). İsim günü diye 15 kişi topladı eve. İsviçre'de bir evde maksimum beş kişi toplanılabiliyor. Polis gelse on bin frank ceza. Ateşle oynuyoruz. Saçma sapan alkol karışımları havada uçuştu, yine sabahlayanlar ve yine kusanlar. Abi yeter. Böyle isyan ediyorum ama ben de olaya dahil oluyorum, makalem kabul aldı diye kutladım ben de ahah. 

Akademi

Türkiye'deki Twitter trendlerini manipüle eden botların paperı sonunda kabul aldı! Yuppi! Bu proje üzerinde çalışmaya başlayalı 2 sene oldu. İnanılmaz ya. İlk makaleyi eylülde yazdım, red, ikinci şubatta, o da red, üçüncü ağustosta o da red. En sonunda koronayken üçüncü versiyonu fazla değiştirmeyip bir tık dandik bir konferansa yolladım. O yolladığım versiyonda da acayip yazım hatası vardı, o yüzden hakemler düz kabul vermek yerine şartlı kabul yolladı "Şunları şunları düzeltin baştan yazın kabul edelim." dediler. Bunun duyurusu da ocak sonunda otlu kurabiye gününde geldi. Bir ay sonra da kokteyl gününde gerçek kabul geldi. Bizim Makedon ne zaman parti yapsa kabul alıyorum ahaha. Bundan sonra uzun uzun bahsedeceğim.


Doktorayı bir sene uzattım, iyi oldu. Microsoft'a staja başvurdum. Gelişme olursa yazarım. 

Bu arada akademik hayatımda enteresan bir başka gelişme de EPFL'de bir hocanın benim projelerimden biri olan "Ünlüler Balonunuzu Patlatabilir mi?" projesinin aynısını farklı bir metodolojiyle yapıp bana atıf vermeyip "daha önce yapılmadı bu" diye makale yazması oldu. Halbuki ben kendi projemi adamın organize ettiği workshopta sunmuştum. Adam bildiğin projemi çaldı. 

Kapuera

Fotoşok yapmak, blog yazmak, davul çalmak ve bu sefer devamını getirebileceğimi umduğum bir roman projesinin yanında tek eğlencem kapuera. Ama koronadan dolayı kasımdan itibaren kapuera kursu yine iptal. Fakat bu sefer tamamen iptal edip zooma geçirmek yerine hoca ilginç bir şey denedi ve öğrencilere birbirini dövmek yerine perküsyon çalmayı öğretmeye başladı.

Normalde kapuera kulübünün en yeni ve en beceriksiz üyesi olarak her hafta gider, yediden yetmişe herkesten dayak yer eve dönerdim. Perküsyon çalmaya geçince benim koca kulüpte müzisyen yönü olan tek kişi olduğum anlaşıldı (ki müzisyen yönüm sıfıra yakınsıyor). O yüzden hoca dandik dunduk çalgıları diğerlerine verdi, beni ise trampetçiliğe terfi ettirdi. Diğer öğrenciler saat gibi dan dun dan dun monoton bir şeyler çalarken ben Allah ne verdiyse gömüyorum çok eğlenceli. Hoca da sürekli gazlıyor "Lozan'daki tek trampetçisin, Nöşatel'de bir tane trampetçi var ama senin kadar iyi çalamıyor, bir yerlerde sahne alırsan sen çıkacaksın sen değerlisin sen özelsin Japonsun bir kere." diye saydırıyor. O gelmeyince grubu ben yönetiyorum. Ben neymişim be abi.

Geziler 

Winterthur ve St. Gallen şehirlerini gezdik. Winterthur ismi güzel, Game of Thrones'tan Winterfell’i ve Skyrim’den Winterhold’u andırıyor. Ama içinde hiçbir şey yok. St. Gallen fena değil. Şehrin içinde kocaman şelale var. Kocaman kilisesi var bir de klasik. Garip garip dev patatesleri var. Bir de ne alakaysa şehre gittiğimizde hava sarıydı, Sand Gallen diye dalga geçtik.


Lozan’da ışık festivali oldu, birkaç fotoğraf:





Erasmus grubunda biri “Yarın Diablerets’e kayağa gidicem, arabamda boş yer var gelmek isteyen var mı yazmış.” Hoca durmuş mu yapıştırmış cevabı.
Bu mesajın ertesi günü hiç tanımadığım Fransız bir Erasmus öğrencisiyle kayağa gittim. Yalnız kız çok pro çıktı. Bana öğretti biraz ama birkaç inişten sonra kolay pistlerden sıkılıp zor pistlere aktı ben kolay pistten devam ettim. İki sene önce o piste adamakıllı kayak bilmeden atlayıp düşüp bileğimi burkmuştum. Korkularımla yüzleşmemin vaktiydi. 
Düştüm yine. Dizim çatladı 😞 


Bir de yine iki sene önce gittiğimiz kızak yerine gittik, on sene önce pist var. Orada da daha yolun başında uçarak kızak pistinden kayak pistine düşmüştüm. Yine kaza yaptım ahaha. Beş arkadaş gittik, bir arkadaş tepeye çıkmak için bilet aldı, kar gözlüğü aldı, kızak kiraladı. O kadar masraf yaptı. Tepede korktu, inmedi. Zirvede bıraktı adam kızağı. 

*
Kasım - Şubat arası yaşadıklarım böyle. Aslında baktım da bayağı olay olmuş kısaca özetlemeye çalışmama rağmen. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.