Şubat ayı - Haziran ayı arasında, doktoramın en verimli zamanı olması gerekirken en verimsizi olmayı başarmış dönemimde olanları ve sonrasındaki kara kara düşünme evrelerimi özetliyorum bu yazıda.

*

Ev Hali

Karantina sırasında 16 metrekare odada kuyruğunu kovalayan köpekler gibi dört dönmekten bıkıp 137 metrekare eve çıkmıştım biri Türk biri de Türkçe konuşan Makedon olmak üzere iki arkadaşla. Mastırdan tanıdığım ama yeterince tanımadan güvendiğim arkadaşın partici çıkmasıyla evde yaşamak çekilmez bir hal aldı. Türk arkadaşla evde sessizce çalışıp arada laflarken bir anda evin kapısı açılıyor, Slavik bir dille bağı bağıra telefonda konuşan pek sevgili arkadaşımız günümüzün içine ediyordu. Kız arkadaş yaptı bi, bütün datelerine bizim evde çıktılar. Kız haftanın beş günü bizim evdeydi. Sabahlara kadar oturup ballkonda puro içtikleri bir gün gittim dedim "Daha fazla içme, kokusu odama geliyor." her yere koku sıktım. Bunu yapmama o sırada bir şey demese de (kafası güzeldi) sonra epey kızdı. 

En son takehome sınavım varken "Parti verecem ben." dedi, dedim "Haftaya versen olmaz mı hem ben de katılırım." "Olmaz çok canım sıkıldı." dedi. Türk arkadaş "Kaçta biter? Çok uzamasın sabah 3-4 olmasın." dedi. "Yok 3-4 olmaz 1 gibi biter." dedi Makedon. "O zaman tamam ver." dedim. Adam gitti, bizi alenen gerizekalı yerine koyup gece birde bitmesi gereken partiye insanları akşam sekiz buçukta çağırdı, verdi ellerine kokteyli. Ben sınavımı çözmek için arkadaşımın evine gittim, gece birde döndüm baktım hala Balkan müzikleri eşliğinde evde dans ediyorlar. Dedim hani bitecekti ? "Bir saat daha versen" dedi. Dedim ok. Bir saat sonra dağılan olmadı tabii. Sonra tenha bir yerde şiddetli bir tartışma. Gitti beni tehdit etti "Ben her şeyinizi tolere ediyorum siz de edeceksiniz şimdi insanları dağıtırsam ben de yarından itibaren kendi kurallarımı uygularım. Burası paylaşımlı ev burada böyle ya kulak tıkacı tak ya da stüdyoya git" bilmem ne.

Parti sabah beşte bitti. Fakat o geceden sonra bir daha evde asla parti vermedi. Arkadaşlarına "Azimli gece uyuyamadığı için vermiyorum." diyormuş. İşin aslı kız arkadaş yaptıktan sonra başka insanlarla uğraşmamaya başladı. Şimdi hiçbir doktora birinci sınıf olan arkadaşıyla görüşmüyormuş. Arkadaşları da hayal kırıklığı içinde tabii. Bunları buraya dedikodu olsun diye değil ders çıkarın diye yazıyorum arkadaşlar: bunlar üniversite hazırlıkta da olur, üniversite birde de, yüksek lisansta da, doktora da. Benim başıma hep geldi. Lisansın başında beraber takıldığım on beş kişilik ekibi ilk dönemden sonra bir daha görmedim, kendi aralarında da bölünüp takılmaya başladılar zaten. Doktorada insanlar partnerleri ve/veya küçük bir lab / aynı ülke grubuyla takılırlar çünkü doktoracılar meşgul insanlardır. Bir ben sisteme baş kaldırmış azimli biri olarak alakasız alakasız çevreler yapmaktayım. :P 

Makedonya eliyle takehome sınavımın içine edildikten sonra evden ayrılmaya karar verdim. Kontrat bitiminin dört ay öncesinde yani nisanda karar vermem gerekiyordu ki emlakçıya gidip kontratı iptal ettirebileyim (öyle ha diyince gidemiyorsunuz). Dedim ben çıkacağım. Makedon dedi ben düşüneceğim.  Türk arkadaş dedi sen çıkarsan ben de çıkarım. Ben de dedim Makedon çıkarsa ben çıkmamayı düşünebilirim. Üçümüzün aynı anda çıkması en temiziydi ama Makedon çıkmazsa işler zorlaşacaktı. O çıkacağım derse biz vazgeçecektik, o da çok komik olacaktı. 

Bir ay Makedon'dan ses çıkmadı. "Çıkmadığına göre herhalde böyleyiz, eylülde ben çıkarım." dedim ben de. Sonra ümit ettiğimiz ama beklemediğimiz bir şey oldu ve Makedon "Ben ne olursa olsun çıkacağım." dedi. Biz de "Biz vazgeçmiştik senden haber çıkmayınca." diye hiçbirimizin inanmadığı bir yalan söyledik. 

Makedon'un yerine kiracı bakmaya başladık ve büyük bir başvuru akınıyla karşılaştık. Benim şartım gelen insan erken yatsın gece kuşu olmasındı, Türk arkadaşımın şartı da gece yemek yapmasın ve çok bağırarak konuşmasın. Kiracı adaylarla konuştuktan sonra fark ettik ki bunlar aslında oldukça makul istekler çünkü herkesin işi gücü var ve dünya nüfusunun büyük bir kısmı bağırarak konuşmuyor. Bir Ekvadorlu, üç Hintli, bir İspanyol, iki İtalyan, bir Kore, bir Çin, bir Amerikan ve bir Türk'ten oluşan dünya karmasını mülakata aldık. Sessiz olduğu için Ekvadorlu'ya ilk teklif götürdük ama adam bizi "Eviniz metroya çok yakın ben o metronun sesini duymak istemiyorum." diyip reddederek ters köşe yaptı. O olmayınca Nöşatel'de okumasına rağmen niye Lozan'da yaşamak istediğini hala anlayamadığımız Amerikalı'da karar kıldık çünkü Nöşatel'e gitmesi gerektiği için mecbur erken kalkacaktı ve Amerikalı olduğu için öyle mutfakla da çok bir haşır neşir olacağına inanmıyorduk (ırkçılığa gel). Ayrıca gelen kişinin tamamen asosyal olmaması da önemliydi ki adamla iki çift laf edebilelim. Türk arkadaş da iyiydi ama eve kedi getirmek istiyordu. Üç kişinin temizliği oldukça zordu, bir de kediyi hayal edemedik. İtalyanlardan biri Makedon evdeyken gelip onla koyu bir sohbete girişince adama hiç soru sormadan biz sizi arayacağız diyip gönderdik ve adam evin kapısı arkasından kapattığı anda yerlere yatarak kahkahalarla güldük, çünkü Makedon gibi birini daha istemiyorduk. Eve gelen Hintlilerden biri de evin her yerini gözden geçirdi, saçma sapan detaylara takıldı, gitti koridordaki gardırobun kapağının ampülü teğet geçtiğini fark etti, dedi bu ev mühendislik harikası. Dedik hadi sana eyvallah sdfsdfs. 

Amerikalı arkadaşımız eylülde gelecekti, fakat Makedon evine Ağustosta yerleşecekti. Dedi "Tamam sıkıntı yok, ben tatilimi ona göre ayarlarım. Yalnız benim haziranda doktora yeterlilik sınavım var, gidip odanızı kiraya verip eve rastgele kişiler sokmayın, bunu ben size yapmam." dedi. Tamam dedik. Bir ay hiç şaşırmadığımız üzere yüz seksen derece döndü "Ben evimi iki ay kiraya vereceğim yoksa paralarım boşa gidecek." Dedim tamam ama saçma sapan biri gelmesin ve evde kaplumbağa ve balıktan başka evcil hayvan istemiyorum. Tamam dedi. Mülakatları kendi yaptı, bizi sisteme dahil etmedi bile. Güvenimi kazanmak için "Köpekli bir kadın yazdı ama sen istemiyorsun diye hayır dedim bak." falan dedi. Ama nitekim tam da kendi istemediği gibi rastgele birini gönderdi eve. Türk arkadaşım "Kim gelirse gelsin Makedon'dan kötü olamaz, bence bir an önce kurtulalım." dediği için bir şey demedim.  Neyse ki şansımıza oldukça efendi ve beraber yaşanılabilir biri geldi. 

Makedon kardeşimiz kötü bir tecrübe olsa da bana çok şey öğretti. Sosyal ilişkilerin bugını bulmuştu: daima kibardı, yüzümüze hep gülerdi, ondan bir şey istediğimizde her zaman evet derdi. Ama istediklerimizi sadece göz boyamak için yapar ya da yaparmış gibi yapardı. Bizi sevmediğini bize belli etmezdi. İşin doğrusu aslında bize sadece tahammül ediyordu: eve ya yatmaya gelir ya da kız arkadaşını ve/veya Makedon arkadaşlarını getirirdi. Bizle hiç sohbet etmezdi. Konuyu sadece ben açarsam ve yönlendirirsem benimle sohbet ederdi, onda da beni pek şaşırtmayan, ilgileniyormuş gibi gözüken ama aslında jenerik olan cevaplar verirdi. Dedikodu asla yapmazdı, sadece iki kere çok diretince ağzından kaçırdığı oldu onlarda da pişman olmuştur (veya belki onlar da taktiktir). Malını esirgemezdi (çünkü biz de ondan esirgemezdik) fakat para konusunda fazlaca cimriydi ve hakkını arardı. O internete ayda 15€ vermek istemediği için bir yıldır kendi kendime telefondan hotspot açarak çalışıyorum. Ortak alanlar konusunda bir şeyler yapacakmış gibi konuşur ama iş kendisine dokunmadıkça bir şey yapmazdı, kendi yaptığı işleri ise birebir katarak anlatırdı, "Sen şunu yapmadın ama ben yaptım." felan derdi. Onla tartışıp üste çıkmanız imkansızdı, çünkü bir şey istemiştiniz ve o da bir dediğinizi iki etmeyip yapmıştı (!) ayrıca siz bir şey yapmamıştınız veya sizin yapmanız gereken bir şeyi o yapmıştı ve sizin de onu tolere etmeniz gerekiyordu, tabii sizin ev için karşılıksız yapıp çetelesini tutmadığınız şeyler onun başına kakmazsanız hiç önemli değildi. Eğer bir kusuru varsa tabii ki en kısa zamanda düzeltecekti, o yüzden tartışmanın alemi yoktu, şimdi bir beşlik çakıp kokteylinizi yudumlayıp anın keyfini çıkarmalısınız.

İleride nasıl bir insan olmam gerekiyor diyorsanız söyleyeyim: Makedon gibi olun.

Hayat

Eylülde bir arkadaşım evlenip daha büyük bir eve taşınacaktı. Onun evi büyüktü ayrıca terası vardı. Koca evin kirası benim odamın kirasının 10% fazlasıydı (daha doğrusu benim oda pahalı). Tek sıkıntı adamın evi okula çok uzaktı, otobüsle 50 dakikada falan gidecektim tabii gidersem. Onun arabası olduğu için problem olmuyordu. Bende ehliyet yok halbuki. Dedim ben bu eve yerleşeyim, ehliyet alayım, araba da alayım. Ehliyet almak çok zor olmamalı, özellikle Türkiye'deki sürücülere bakarsak :D Araba alıp pratik yapmak için de bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. 

Türkiye'de ehliyet alamazdım, uzun uzun kursa gitmem gerekirdi. Ama İsviçre'de süreç daha bürokratik görünmesine rağmen daha pratik gibiydi, kursa gitmeden tekli dersler alarak görevleri yerine getirmeniz gerekiyordu. İlk görev en zor görevdi, on saatlik ilk yardım kursu, yani kurs diye tüm haftasonunu feda etmek. İşi daha da komplike yapan şey Lozan'da İngilizce kursun olmayışı. 10 saat boyunca Fransızca çekemeyeceğim için gittim Cenevre'ye kursa. Cuma akşam ve cumartesi tüm gün olmak üzere on beş kişi birbirimize kalp masajı yaptık. Rol yapma oyunları oynadık, ben beynine inme inen birini oynadım, beni tedavi etmesi gereken eleman beni sarhoş sandı bir kenara attı. Başka bir oyunda da kendimi role çok kaptırıp boğulma taklidi yapan birinin göbeğine bastırmışım. Enteresan bir gündü vesselam. Kursun çıkışında EPFL'de doktora yapan bir dansözün (bildiğiniz dansöz) evine gittik. Bilal Göregen'den özenip darbuka almıştım, ben ve udçu arkadaşım Aziza falan çalıp dansözü oynattık, eğlenceliydi. 

Bundan sonra teori sınavı denilen ve sürekli tekrar eden test sorularını cevaplayıp acemi plakası almam, sonra bir tane daha İngilizce derse girmem sonra da dört tane zorunlu ders alıp pratik sınava girmem gerekiyor. Hayırlısı bakalım.

*

Bu arada Makedon'un mütemadiyen geç gelmesinden mütevellit iki tane önemli günden önce kulak tıkacı taktım, ikisinde de kulağım tıkandı. İlkinde bir ayda kendi kendine açıldı. İkincisinde açılmadı da. Damla damlattım o da açmadı. El mahkum doktora gittim. Bu da İsviçre'de ikinci doktor tecrübem oldu. (İlkinde covid geçirdim hala öksürüyorum diye gitmiştim, bir şey çıkmamıştı.) Önceki doktor emekli olduğundan başka doktora kaydımı yaptırmıştım. Gittim "muayenehaneye". Karşıma bildiğin iki oda bir salon ev çıktı, yerde babannemin halısı falan var. Sağlık ocağında dezenfektan koklayarak sıra beklemeyi özledim gerçekten. 

Doktor İsviçreliydi ve bu yüzden İngilizce'yi İngiliz aksanıyla konuşuyordu. Bütün üniversite bitirmiş orijinal İsviçreliler anadilleri Fransızca olsa bile mükemmel bir İngiliz aksanıyla konuşur arkadaşlar çünkü burada eğitim böylesine iyidir. (Bir Fransız'ın İngilizce konuşmasını görürseniz anlayacaksınız.) Ama sağlık sistemi öylesine iyi değildir. Türkiye'de kulak burun boğazcılarda makine olur, tık diye vakumlayıp açarlar kulakları. Burada adam şırıngayla sıcak su püskürttü kulağıma ya ahaha. Acıdan inledim. Adam dedi "Ben bunu açamıyorum ya haftaya biraz daha damla damlatıp bir daha gel." Tamam dedim ikinci kez gittim, bu sefer açtı. Bu damlayı arada damlatıp duşta temizle dedi. Dedim "bu mucizevi şırıngadan ben de alabilir miyim?" verdi.

Bir ay sonra eve posta geldi, iki kere gittiğim için 150 frank (138€) hesap gelmiş !! Makedonya'da asgari ücret bu ! Hay bin ajvar ya. Söverek ödedim. 

Öte yandan bu işi burada yapmam iyi oldu çünkü Türkiye'deki kulak burun boğazcılar işi halletseler de bana bir çözüm önermiyorlardı "Arada gelecen açtırmaya" diyip geçiştiriyorlardı. İlk çağdan kalma şırınga metodunu yeniden keşfetmem iyi oldu. Artık canım sıkıldığında kulağıma su püskürtürüm.

*

Karantinadan sonra sosyal hayatım değişti ve eskisinden de meşgul bir hal aldı. Gerek dernekten tanıştığım kişiler olsun, gerek yeni doktoracılar olsun sosyal çevrem şiştikçe şişti. Fakat karantinadan gelen bir alışkanlık bende kaybolmadı: kendi projelerine vakit ayırma isteği. Karantinada yine güzel hayaller kurdum ve onları hayata geçirmek için açtım Word belgesini yazmaya başladım. Uzun soluklu bir roman üzerinde çalışıyordum, 40-50 sayfa yazdım. Bir yandan da sosyal hayatı götürmeye çalışıyorum bir şekilde. Bir hafta vardı ki her akşam birileriyle buluşmam gerekiyordu "Bu ne ya evimi özleyeceğim ben." diyip buluşmaların üçünü ekmek zorunda kaldım (teke tek buluşma değildi o yüzden vicdan azabı çekmedim, doktora buluşması falandı.) Artık bir şeylere hayır demeyi öğrenmeliydim.

Yine epey bir yeri gezdim. İsviçre'de İtalyanca konuşulan bölgeyi (hava çok güzeldi burada), Luzern'i, Cailler çikolata fabrikasını (açık büfe çikolata!), Gruyere peynir fabrikasını (peynir nasıl üretiliyor izleyebiliyorsunuz), Grüyer köyü ve kalesini gezdim(k). Arkadaşlarım "Ne çok geziyorsun sen hiç çalışmıyor musun?" diye dalga geçiyor. İşin doğrusu karantinada hiç tatil kullanmadığım için çok fazla tatil günüm var. 2022 sonunda (mezun olacağım zaman) 60 gün tatilim falan olacak. 60 gün tatille ne yapacağım hiç bilmiyorum. Çünkü tatil yapmaya hiç vaktim yok!


En Verimsiz Dönem

Şubat - Haziran 2021 arası akademik dönemim hayatımın en zor ve verimsiz dönemiydi. Bunun nedeni bu dönem bir ders almak zorunda olmamdı ve o dersten kalan vakitte de hoca tarafından verilmiş oldukça sıkıcı ve işe yaramaz bir proje için bir şeyler öğrenmem gerekiyordu. 

EPFL'de doktora bitirmek için bir tane uzmanlık alanınızdan dersi 6 üzerinden 5 ile (Amerikan sisteminde B+ A- gibi bir şeye tekabül ediyor) iki tane de farklı alanlardan dersi 6 üzerinden 4 ile geçmeniz gerekiyor. Alanlar Yapay Zeka, Sistemler ve Teori. Uzmanlık alanım olması gereken yapay zeka kapsamında Machine Learning dersi alıp 5.5 ile geçtim ilk sene, bu ok. İkinci sene ders almayıp üçüncü senenin başında sistemler kapsamında Information Security and Privacy ((Siber)Güvenlik ve Gizlilik) dersini de 4.75 ile geçtim ve güzel tarafı siber güvenlik nedir ne değildir onu öğrendim. Sonraki dönem (karantina dönemi) aldığım Network (Ağ Teorisi) dersinden 3.5/6 alıp kaldım. Derse çalıştığım zaman da hep boşa gitti. 

Teori dersi dediğimiz şey aslında Matematik dersi. Bütün derslerin yaptığı şey bir kaç teorem yazıp onu kanıtlamak. Sınavlarda da o teoremlerin gelişmiş bir versiyonunu size uygulatıyorlar. Örneğin teorem x > 1 diyor, size sınavda x > 2 kanıtlayın diyorlar hatta coşup bazı durumlarda da x > 0 kanıtlayın diyorlar. Tabii bunu öyle dolambaçlı soruyorlar ki sizin x > 1'den x > 2 veya x > 0 sonucunu bulmanız gerekiyor bu "Matematiksel Olgunluk" gerektiriyor. Matematiksel olgunluk nedir? Lisede üniversitede şöyle bir görüp geçtiğiniz bol Yunan harfli teoremleri gerçekten kullanabiliyor olmak özetle. 

Bu dönem de Machine Learning Teorisi diyebileceğimiz Adaptation and Learning dersini aldım. Bilgisayar bilimi fakültesi değil Elektrik Elektronik mühendisliği fakültesi tarafından veriliyor bu ders. Zaten buradan tehlike çanlarını duymaya başlıyorsunuz. Dersi veren hocanın iki asistanı var, beraber kayağa gittiğimiz için uzaktan tanışıyoruz. Elektronik bölümündeki en güzel üç kızdan ikisi olur kendileri (çaktırmadan en yakın arkadaşlarımdan birini yağlamış oldum böylece, okuyorsa kendisine selamlar). 3.5 aldığım dersin asistanı gamsızın biriydi, mail atıyordum cevap gelmiyordu, ben de hocalara yazıyordum mail attım cevap gelmedi diye (bir asistan için utanç kaynağı bir durum). Bu arkadaşlar iyi insanlar olduğu için sorularıma tahammül edip detaylı cevaplar veriyorlardı. Her hafta pazartesi sabah hoca ders anlatıyordu, ben bu derslere girmiyordum çünkü teori dersleri 1.5 saatte dinlenip anlaşılacak şeyler değildi. Muhtemelen en fazla 7-8 kişi falan geliyordu derslere (sınıfta 25 kişi falandı muhtemelen) Akşam da egzersiz seansında asistanlar o haftanın ödevini anlatıp tavsiye veriyorlardı.

Dersin konuları, işlenen teoremler machine learning ile alakalı olsa bile ödevler de sınavlar da matematik bilme veya bilmiyorsanız da googlelama üzerine kuruluydu. Sınavla ödev aynı şeydi zaten. Her şey take homedu, evde çözüp internete yüklüyorduk. Asistanlar "İstediğiniz kaynağı kullanın." diyordu. Eğer soru genel bir teoremse muhtemelen kanıtı internette vardı, bulup aynısını geçiriyordum ben de ne yapayım. Bazı sorular dümdüz matematik sorusuydu. Ev arkadaşıma gösteriyordum "Bak kanka bu tanımları ve şu teoremleri kullanarak şuna ulaşacan." diyordum adam konuyu bilmemesine rağmen yapıyordu. Atıyorum soruda alfa olasılık dağılımı verilmiş, gidiyordu onu betaya çevirip soruyu öyle çözüyordu. Diyordum "Oğlum bu nasıl aklına geldi?" Gidiyordu bana ODTÜ'den iki tane EE dersi, iki tane fizik dersi, bir tane matematik dersi sayıyordu buralarda gördük diye. Aynı şeyi ben sadece olasılık dersinde görmüştüm ve orada da muhtemelen kullanmayıp hızlıca geçmiştik. EPFL'de aldığım hiçbir derste ise geçmemişti. O EE okuyup fizikle de ÇAP yaptığı için o tekniği sayısız kez kullanmıştı. "Merak etme zaten bunlar hiçbir işine yaramayacak, benim de yaramıyor." diyip teselli ediyordu beni. (Gerçekten de yaramıyor.)

Dersin iki haftada bir ödevi veya sınavı oluyordu, bir haftam konuları öğrenip soruları çözmeye çabalamakla geçiyordu, sonraki hafta araştırma yapmakla. Bu kadar çok overhead girince araştırmadan soğuyordum, çünkü her araştırma haftasının başına önceki günlerde ne yaptığımı hatırlamakla geçiyordu. 

Sorular oldukça zordu. Asistanlar da kabul ediyordu bu durumu. Dersi almış bir doktoracı arkadaşıma soruyordum "Abi notu kafaya takma hoca ve asistanlar iyi niyetli." diyordu. Fazlasını söyleyemiyordu ama tabii ben de doktora öğrencisi olduğum için ne demek istediğini anlıyordum "Sen soruları boş bırakma, evir çevir bir şeyler yaz, onlar yarım yamalak cevaplara puanları basıp senin notunu şişirirler geçersin." demek istiyordu. 

Gerçekten de öyle oldu ve ıkına sıkına dersi 4.75/6 ile geçtim. Finalde kodlama sorusu çıkacaktı. Ona güveniyordum. Çıktı. Soruyu anlamadım bile. Kodlamaya da uğraşmadım. "Şu kadar notu alsam geçerim herhalde." diyecek kadar çözüp verdim finali. Finaldeki sorulardan birini ödevde zaten sormuşlardı hatta ödevin cevaplarını da vermişlerdi. "Hocam bir yanlışlık yapmışsınız." diye mail attım "Sıkıntı yok." diye cevapladı hoca. Ben de kızların yüklediği cevabı aynen yapıştırdım. Bedavadan bir soru çözmüş oldum böylece. İyi niyetli hocam benim. 

Doktora dördüncü sınıfı bitiriyorum, yirmi altına yaşına geleceğim hala bu blogta finalim şöyle geçti dersi şöyle verdim diye anlatıyorum. İnanılmaz ya.

Akademi Dediğin Nedir Ki?


Dersten kalan vakitte araştırma yapıyorum demiştim. Bu araştırma için geçen senenin başında proje yazıp para almıştık. Bu parayla verilen tweetleri sınıflandırsın diye öğrenci aldık. Sınıflandırma işi nereden en az bir altı ay sürdü. Sonra bana dediler bu sınıflandırmaları yapay zeka yöntemiyle otomatik olarak sınıflandır (ki artık öğrencilere para yedirmeyelim :D) Bunu üç sene önce deselerdi çok kolay yapardım da maalesef aradaki üç senede ben Twitter'daki botlar trollerle uğraşırken doğal dil işleme teknolojisi yürümüş gitmiş. Oturup sıfırdan öğrenmem gerekiyor ama öğrenmek için de zamanım yok ? Acilen sonuç almam lazım. 

(Şimdi bakıyorum da, proje için de aldığımız para oldukça gereksizmiş. Hoca bir toplantıda "Bütçemin fazlasını dekanlık alacak. Tabii ben de kullanabilceksem bütçeyi vermek istemiyorum. Nasıl kullanırız bir fikri olan var mı?" diye sordu açık açık. Asistanı olduğum lisans öğrencilerinden biri "Abi fazla iş var mı staj yapayım ne olursa yaparım abe" demişti. Hocaya dedim böyle böyle öğrenci var, daha lafımı bitirmeden "Tamam işe al gitsin." dedi. Ahaha.)

2-3 ayımı sonuç alma odaklı öğrenmeyle geçirdim. O sırada fark ettim ki yaptığım şeyi hakkını vererek öğrenebilmek için ikinci bir doktoraya ihtiyacım var benim. Ayrıca ben bilemiyorsam laboratuvarda bu teknolojileri kullanan kişiler de bilmiyor olmalı. Doktora birinci sınıfta olsaydım imposter sendromu yaşadığım için "Ben bilmiyorsam bu diğerlerinin de bilmeyeceği anlamına gelmez, asıl gerizekalı olan benim." derdim. Dördüncü sınıfta artık böyle laflar etmiyordum tabii, her şeyin farkındaydım.

Geçen sene hocamızın dersine asistanlık yaparken benden bir sene ileride olan arkadaşın benim hazırladığım sınav sorularının hiçbirini cevaplayamadığını fark ettim. Doğru cevabı açıklıyordum ok diyip geçiyordu. O an maskelerimizi bir kenara koyma vaktiydi ve ben şöyle dedim "Dostum sen aslında beraber dört senedir asistanlık yaptığımız dersin konuları hiçbirini bilmiyorsun. Sadece sınav zamanı işine yarayacak kadar hatırlayıp geri kalan zamanda da biliyormuş taklidi yapıyorsun, değil mi?" Bana dosdoğru bir şekilde "Evet." dedi. Ekledi: "Bence diğer asistanlar da aynı şeyi yapıyorlar." :D

O 2-3 aylık öğrenememe sürecinde anladım ki bu tüm akademik camia için geçerliydi, asistanlar, doktoracılar, hocalar. Başarılı olanların hepsi fake it until make it felsefesinin bayrak taşıyıcılarıydılar. Bir gün yine benden bir sene önde olan ve her şeyi halledebilme yetisine ve yetkisine sahip olduğu için labın bir bakıma "Baş doktoracısı" olan arkadaşla yemek yerken konuyu açtım. O benim 2-3 aydır öğrenemediğim teknolojilerin piri gibi konuşuyordu. Sordum "Sen bunları ayrıntılarıyla formülleriyle teoremleriyle vs. biliyor musun?" O da hiç lafı gevelemeden her şeyi açıkladı. Tabii ki formülleri teoremleri bilmiyordu, sadece bir şeyin ne işe yaradığını ve neden çalıştığının açıklamasının özetini biliyordu bir bakıma. Sonra o en can alıcı soruyu sordum: "Peki sence hoca biliyor mu?" Sanmıyordu. Dedim "Bence herkes her şeyi yarım yamalak biliyor ve birbirleriyle konuşurken de bunu saklayarak ortak bir dil bulmaya çalışıyorlar." Hak verdi. Geçen o, hoca ve labtaki ikinci sınıf doktora öğrencisi toplantıdaymış. Hoca A konseptinden bahsediyormuş ama alakasız bir şekilde. Hocayı anlamakta tecrübeli olan arkadaşım aslında onun B konseptinden bahsettiğini anlamış ama bozuntuya vermemiş. Yeniyetme doktora öğrencimizin ise hiçbir şey anlamamış her şeye he diyip geçmiş. Toplantı sonunda arkadaş ona anlatmış aslında hocanın ne demek istediğini. Bazı toplantılar var, hocayı kimse anlamıyor ama herkes anlamış gibi he diyip geçiyor ve sonra soruyorlar birbirine ne demek istedi diye.

Doktora birinci sınıfta yazdığım yazıları okumuşsanız görmüşsünüz "Hoca bana bunu dedi anlamadım yanlış yaptım gösterdim yaptığımı da anlatamadım benimle dalga geçti." falan yazıyordum. İşin doğrusu biz birbirimizi anlamıyorduk.

(Bu arada hocam boş bir adam değil, tam tersine aşırı derecede zeki ve tecrübeli bir insan. Kariyeri de gayet iyi. İşin aslı hocamızın alanı sensör sistemleri ve p2p sistemler (torrent). Fakat bu alan öldüğü için 5 sene önce veri bilimine kaydı kendisi. Gözetmenlik yaparken zekası ve tecrübesini kullanıyor fakat teknik bilgisinin o alanda başından beri çalışan biri kadar olduğunu söylemek tabii ki zor.)

Bir yandan sektörde çalışan arkadaşlarımı yokluyorum, hepsi tek bir göreve odaklanmış vaziyette. Renault'da çalışan bir arkadaşım var, gelen veriyi görselleştirme programından görselleştirip sunuyor. Bildiğim kadarıyla ana işi bu. Ama o görselleştirme programında da ustalaşmış. O görselleştirme programını bilen insanlara ihtiyacı olan şirketler ona ulaşıyor Linkedinden. Ben de aynı görselleştirme programının bir benzerini kullanıyorum fakat bunu sadece makale yazacağım zaman yapıyorum ve sadece o makaleye artık hangi grafik gerekiyorsa onu yapabilecek kadar. Onu da hemen tam bir şark kurnazı gibi aklıma gelen en basit yolla yapacak ve ötesine karışmayacak / fazlasını öğrenmeyecek şeklinde yapıyorum. Bazen görselleştirme programını kullanarak veriyi analiz etmeyi beceremiyorum, veriyi Python koduyla yükleyip analiz edip sonra görselleştirme programına taşıyıp öyle grafik çiziyorum. (Görselleştirme programında uzman olan arkadaşım kodlama bilmiyor. İhtiyacı olan analizleri programdan yapabiliyor, öyle uzmanlaşmış.)

Ama yapabildiğim tek şey bu değil tabii, Python biliyorum, Pythondaki veri analizi kütüphanelerin bir kısmını sadece derdimi anlatacak kadar kullanabiliyorum. Yapamadığım bir şey olursa google'a yazıp çözümü kopyalayıp devam ediyorum. Daha yeni yetme bir bilgisayar mühendisliği öğrencisiyken düşünürdüm "Ya bu işte bir şey geliştirme yok ki Google'dan kopyala yapıştır yapıyoruz?" Şimdi anlıyorum ki o kopyala yapıştır o kadar kolay değil işte. Onun da bir adabı var. :D 

Bilimsel proje hazırlıyorum, deney yapıyorum, makalesini yazıyorum. Metodolojiye gelince: yine akla ilk gelen en basit çözümü yamıyorum. O çözümden de bir şey öğrenemiyorum maalesef.

Bu şekilde doktorada nasıl bir tuzağa düştüğümü fark ettim: ben üzerine çalıştığım alanı, dezenformasyonu, botları, trolleri öğrenmiştim. Bu alanda yapılan çalışmaları bir saatte ezberden özetleyebilirdim. Ama bu konuyla ilgili çalışma yaparken pek de bi yetenek edinememiştim. (Ve muhtemelen aynısı diğer doktoracılar için de geçerliydi.) Edindiğim yetenekler işimi yapabilecek kadardı: onlarda uzmanlaşamamıştım. İş başvurularına bakıyordum ve istenilen yetenekleri karşılayamadığımı üzülerek fark ediyordum. 

Doktora sadece bir şeyleri bağımsız bir şekilde yapabildiğimi kanıtlamama yaramıştı.

Doktora Bitti. Ya Sonra?


Doktorada önemli yetenekler edinememem, yeteneklerimde uzmanlaşamamam akademik kariyer için önemli değildi. Akademik kariyer = hakemli dergi ve konferanslara kaç makale kabul ettirebildiğin. Dördüncü sınıf itibariyle bir akademik makalem var, iki tane de yazılmış basılmayı bekleyen, bir tane çalışılmış yazılmayı bekleyen ve sayısız yarım bırakılmış projem var. Bu projelere ileride de devam edebilirim. Doktoradan sonra akademide kalmak için postdoc yani doktora sonrası araştırma yapmak gerekiyor. Yani teziniz var ama hoca değilsiniz, doktora öğrencisi gibi çalışmaya devam ediyorsunuz. Maaşınız biraz daha fazla oluyor. Orada bu projelere devam edebilirim.

Fakat ya ben mezun olunca akademiden devam etmeyeceksem?

Yılın başında hocaya sormuştum "Hocam ben bitiremiyorum, bir sene uzatayım mı?" Tereddüt bile etmeden "Yes no problem." dedi ve okulu uzattım. O arada zaten 5. seneye uzatmış üç arkadaşım, hepsi birden yarım sene daha uzattı. Bu olay, taşınma muhabbeti ve İsviçre'de kalıp kalmayacağım belirsiz olunca hocaya yine ve erkenden sordum "Hocam altıncı seneye de uzatabiliyor muyuz?". "Benim açımdan bir problem yok ama, hadi yarım sene neyse de bir yıl uzatıp suyunu çıkarma." dedi. (Bunu bir arkadaşım "Hocan demek ki senin tezini verip mezun olmaya hazır olduğuna kanaat getirmiş." olarak yorumladı)

"Mezun olunca ne yapabilirim? Postdoc mu? Medyada çalışabilir miyim?" dedim çünkü İsviçre medyası bu tip veri bilimi destekli gazeteciliğe ilgili duruyor, ilgi duymasalar bile paraları risk alacak kadar bol. Yani öyle sanıyordum, ama hoca "Medyada işler bu aralar kesat" dedi. Postdoc konusunda pek bir yorum yapmadı. "Büyük şirketlerin sibergüvenlik takımlarına girebilirsin senin konularınla alakalı değil mi?" dedi. Sibergüvenlikten kastettiği tabii hacker saldırıları değil. Twitter'a girip botları temizleme gibi olaylar. Düşüneceğim dedim. 

O günden beri düşünüyorum. Ben ne yapacağım? 

Kariyerimi hep akademi üzerine kurup tasarladığım için doktoramı da ona göre yapmıştım. Yetenek edinememin bir nedeni de o: başlayıp bitirmediğim sayısız proje var. Saydım 15 projem olmuş. Oha. Bir o kadar da fikir olarak yazdığım ama başlamadığım proje. Doktorayı resmen yardımcı doçent gibi yapmışım. Akademiden devam edersem tamam da, işte çalışacaksam bunların hepsi çöp. Hatta işte çalışacaksam şu an doktorada proje yapmaya devam etmeme bile gerek yok, tezim için 3-4 makale hazır zaten, tezimi yazıp gideyim ben? Ne yapacağım burada bir sene daha?

Hayatımla ne yapacağımı düşünmeye başladım. Her insan gibi ben de zevkli bir işte çalışmayı, işten çıkınca hobilerimle ilgilenmeyi ve arkadaşlarımla muhabbet etmeyi istiyorum. Evim olsun arabam olsun. En güzel anlarımı ruh ikizimle paylaşabileyim, beraber dünyayı gezelim. Bunları kim istemez ki?

Akademide ne olacak? Doktorada ne oluyorsa o. Zevkli bir iş tamam da, gerisi nanay. İşten çıkınca iş bitmiyor ki. Sosyal çevre aşırı derecede şişiyor ama sonra bir bakıyorsunuz en zor anınızda kimse yok (doktorada ilk iki sene böyleydi yani). Bekar evinde üç ayı yaşıyoruz. Seneye çantamı alıp başka ülkeye gideceğimi bilirken nereye ev araba ruh ikizi? 

Çantamı alıp başka yere taşınmalı kaplumbağa yaşantısından bıktım. Türkiye'den İsviçre'ye gelmek iyi de. İsviçre'de en tepe noktasındasınız artık. Daha nereye taşınabilir ki bir insan? Uzaya taşınabilsek eyvallah.

İsviçre'de doktoradan mezun olup işe başlayınca maaşınız iki katına çıkıyormuş. (Google'da çalışıyorsanız üç). İsviçre dışında postdoc yaparsanız ise yarıya düşüyor. Kim böyle bir anlaşmaya evet der ki? Sadece işinizi gerçekten çok seviyorsanız. 

İşin en can alıcı noktası şu: burada iki sene kalmam halinde oturum kartı veriyorlar yani istediğim kadar kalabilirim burada. İki sene ne ki? 

Uzun süredir İsviçre'deki işlere bakıyorum. Kendi işimle alakalı postdoc başvuraları tektük geliyor (EPFL'de kalmama izin yok ama diğer okullarda var). Özellikle sosyal bilimler fakülteleri bilgisayar bilimi (kodlama) bilen adam arıyorlar bolca. Sektördeki işler de fena değil gibi. Sosyal medya analizi veya herhangi bir data analizi gerektiren her şeye varım. Sadece finans alanında çalışmak istemiyorum bitcoin hariç. "Sektörde çalıştıktan sonra yeniden akademiye dönebillirim." sorusunun cevabı da evet gözüküyor. Özellikle Bilkent'te bu tip hocalar çok vardı. Zaten geleceğe yönelik planım zaten Türkiye'de üniversitede hoca olup eğitime katkıda bulunmak. Ama o geleceğe daha çok var.

Eskiden işler kolaydı, lineer seyrediyorlardı çünkü. Sınava girer, puanımızı alır puanımız yettiği ölçüde bir yerlere yerleşirdik. Lisede üniversitede hatta doktorada bu oldu. Şimdi ise ne durumda olduğumuzu bilmediğimiz global bir yarışın içindeyiz. 

İsviçre'de postdoca gitmeyi en büyük önceliğim olarak koydum ama bu gerçekleşmezse yurt dışına çıkıp postdoc mu yapacağım yoksa burada kalıp çalışacak mıyım hiç karar veremedim. Bu kararlar hep mezuniyet sonrası kalan ömrümü etkiliyor. Hem de ikisinden birini seçip son bir sene yani şimdi hazırlanmam gerek. Bu kararı veremediğim için hazırlanamıyorum da. Postdocsa daha fazla araştırma yapacağım, işse gidip kodlama falan çalışacağım. Karar veremediğim için ikisini de yapamıyorum.  

Hava da inadına kapalı, depresif. Sürekli yağmur yağıyor, seller akıyor. Final sınavım biter bitmez geziye çıktım, iki hafta gezdim Romanya'da. (Romanya iki hafta gezilir mi dediğinizi duyar gibiyim evet.) Tatilden dönünce bir hafta kapalı havaya karşı günde 16 saat çalıştım. Modum çok yüksekten çok alçağa düşünce yine depresyona girdim. Gittim ertesi güne Türkiye'ye bilet aldım. 10 gün takıldım. Tatil Türkiye'deki hayatı görüp halime şükretmemi sağladı. Ama malesef düşüncelerden kaçmama yardım etmedi.

Ben de bu yazıyı kaleme aldım.