Postdoc başvurularımın sonucunu anlattığım bu yazıya hoşgeldiniz.
*
En son yazının üzerinden uzun zaman geçtiği için bir özet geçeyim. Previously on azimliyazar.. Doktorayı haftaya tamamen bitiriyorum. Bir süredir doktora sonrası araştırma yani postdoc başvuruları yapmaktaydım. Önceki yazılarımda üç tane iş başvurusundan bahsettim: biri İsviçre Silahlı Kuvvetleri bursuyla Sibergüvenlik kampüsü ve Zürih üniversitesiyle beraber çalışmaktı. Reddedildi. İkincisi University College London'da bulduğum bir pozisyondu. İş tanımı çok iyiydi ama bulunduğu departman ve maaş sıkıntı yarattı, gitmekten vazgeçtim. Öbürü de beni Oxford'a götürecek olan İsviçre Bilim kurulu bursuydu. 15 Haziran'da açıklanacaktı. Uzun süre beklemem gerekti.
O zamana kadar canım sıkılmasın diye sağa sola postdoc başvurusu yaptım. MIT'de siyaset bilimi ve medya labı olmak üzere iki yere başvurdum. Siyaset bilimi biraz alakasızdı, hemen red gönderdiler zaten. Medya labı ise beş ay sonra sonra cevap attı "Başvurunu daha fazla hesaba katmayacağız." diye. Dedim neden bu kadar uzun sürdü, dediler bürokratik sebeplerimiz vardı. Zaten işlerin bu kadar uzun sürdüğü bir yerde ben çalışmak istemem. Cambridge'te psikoloji bölümüne başvurdum, o da red. Anlaşıldı böyle alakasız bölümler sırf zeki diye bilgisayar mühendisi almıyor. University of Washington'da bir hocaya başvurdum, o da "Ben daha çok deep learningle ilgilenen birini arıyorum ama istersen Gatech'teki şu hocaya bi mail at." dedi. Dedim paylaşım için teşekkürler.
Bunlardan başka bir Indiana Üniversitesi'nde ve bir de Kopenhag Teknik Üniversitesi'nde açılan postdoc pozisyonlarına başvurdum. İki üniversite de ismi pek bilinmeyen, sıralamalarda altlarda olan (hatta Kopenhag'ın sırası bile yok) üniversitelerdi. Ama pozisyonlar benim ilgi alanlarıma uyuyordu ve hocalar alanında tanınan başarılı hocalardı.
Bu başvuruları yaptıktan iki hafta sonra falan, mayıs sonu, tezimi yazmaktayken hayatımın en tuhaf olaylarından birini yaşadım. Torunlarıma (eğer akademik kariyer yaparlarsa) anlatacak bir anım oldu. Olay şöyle gelişti: Twitter'daki retweet botları üzerine yazdığım makale kabul aldı. Ben de makaleyi henüz konferansın dergisinde yayınlanmadan internete yükledim. Bu makale retweet botları verisini inceleyip elde ettiği bulguları önceki araştırmalarla karşılaştırıyordu yani bir nevi "önceki araştırmalar bunu diyor ama biz bunu bulduk yani adamların araştırması cacık" falan diyordu. Bizim makalenin atıf verdiği ve "adam haklı" dediği başka bir araştırma var sinirli bir Alman abi tarafından yazılan. Bu Alman abinin kullandığı dil bizimkinden bile sert, bayağı "riddikulus" falan yazıp gömmüş önceki araştırmaları. Gömdüğü araştırmacılardan biri Indiana'daki hoca. Bizim Alman abiye destek çıktığımızı gören Indiana'daki hoca bize yazıyor "Ya siz bu adama atıf vermişsiniz ama bu adam sahte bilim yapıyor söyledikleri destekli değil." diye. Bir de adamın neden haksız olduğuna dair uzun bir rapor gönderiyor. Bu arada, tesadüfe bakın ki, Kopenhag'ta postdoc pozisyonuna başvurduğum hoca da kabul aldığımız konferansın başkanı! Bu akademi ne kadar küçük bir dünya ya. Kopenhaglı başkan da aracılık yapıyor, ben böyle düşünüyorum siz ne düşünüyorsunuz azimli bey tarzı mailler atıyor.
Alman abi haksız olsun olmasın, sonuç olarak kendi makalemizde adamın fikirlerini kullandığımız için etik olarak adama atıf vermemiz lazım. Öte yandan bu yaptığımızın kimseye pratik bir faydası yok. Yani bizim makalede yazdığımız bulgular hala geçerli. Mesele, Alman abiye hakkını teslim edecek miyiz etmeyecek miyiz. Ben mail atıyorum böyle böyle, karşıdan mail geliyor ama şöyle böyle diye. Bu böyle iki hafta sürüyor, tezime odaklanmam gerekirken hocalarla çetleşiyorum. Birbirimize ateş falan atıyoruz. En sonunda postdocuma söylüyorum "Ya biraz da siz yardım etsenize burada hocalarla kavga ederken kariyerim elden gidiyor." Postdoc hocama yazıyor. Hocam da duruma müdahale edip tartışmayı bitiriyor. En sonunda makalede ufak değişiklikler yapmayı kabul ediyoruz ama Alman abiyi bilgi kaynağı olarak kullandığımız için ona verilen atıfı silmiyoruz. Sonra Kopenhag'taki başkan konferansın editörüne mail atıyor paperda şu değişiklikleri yapabilir miyiz diye, editör de "Makaleyi yayınladık artık, yapamayız." diye cevaplıyor. Üç hafta bir hiç için tartışmış oluyoruz böylece. Aferin bize.
*
On beş haziran geldi çattı. Oxford için bursun sonucu belli olacak. Canım sıkıldığı için gittim hızlı İtalyanca kursu aldım, her sabah erken kalkıp 4 saat İtalyanca dersi gördüm, çünkü tez yazmam gerekirken saçma sapan işlerle uğraşıp heyecan yaşamayı çok seviyorum ben. Neyse. Bursun sonucu mektupla gelecek, çünkü dokuzuncu yüzyıldayız... Ya sabır... Hatta mektubu da atlı bi adam getiriyor. Neyse, mektup geldi ama mektup geldiğinde derste olduğum için ve postacı da mektubumu inatla elden teslim etmek istediğinden mektubu postaneye geri götürmüş. Geldim, posta kutumda "Gidin postaneden alın." mektubunu buldum. Gittim postaneye. "Daha postaneye gelmedi, yarın gelin." dediler. Yani benim kabul mektubu şehir turuna çıkmış. Postaneden dönerken posta arabasıyla karşılaştım, kendimi önüne atıp postamı verin diye bağırmamak için kendimi zor tuttum. Benimle aynı bursa başvuran arkadaşıma telefon açtım. "Bakayım gelmiş mi." dedi, gitti, posta kutusuna baktı, "Gelmiş." dedi. Mektubu açtı. "Kabul almışım." dedi. Onun mektubunu direkt posta kutusuna atıp gitmişler. Beni niye uğraştırıyorsunuz o zaman!? Bu arada arkadaşım Harvard'da postdoc oldu. Harvard'ı pek sevmemiş, EPFL'de şartlar çok daha iyiydi diyor. Çok cimrilermiş Amerika'da :P
O gün boş boş zaman geçirmeye kastım. Gece uyuyamadım. Sabah beşte kalktım, donmuş pizza yedim. Postanenin açılmasına daha vardı. Başvuru sistemine girdim. Sistemde bir değişiklik fark ettim, başvuru durumum "İnceleniyor"dan "Arşivlendi"ye çevrilmiş, burs verilen süre de "0 ay" olmuş. Kötü hisle açtım durumu.
Bursu alamamışım.
Oxford'a gidemiyorum.
71 başvuru almışlar, 37'sini fonlamışlar. Yani fonlanmayan azınlıktayım. İnanılmaz ya. Başarısızlık abidesi.
Proje tasarısına gelen değerlendirmeyi okudum. "Proje konusu orijinal, güncel ve önemli bir konu. Ama proje kapsamı çok genel ve hırslı." Ben ve postdocum tersine çok kısıtlı olduğunu düşünmüştük oysaki. "Metodoloji yeni değil." Yeni metodoloji öneren yok zaten, adam olayı anlamamış. "Teknik perspektif detaylandırılmamış." Sayfa sayısından dolayı uzun uzun teknik bilgi verebilmek zor. "Projeyi yaparken karşılaşılabilecek sıkıntılar ve olası çözümler yazılmamış." Bunları değerlendiren abi sırf laf olsun diye yazmış. "Proje sosyal medyadan alınmış gerçek veriyi kullanıyor bu da sonuçların veriye bağlı olarak değişeceğini gösterir." Facepalm. E tabii veriye bağlı olacak. Ya sabır.
Tüm bunlar proje tasarısını okuyanı optimize edecek şekilde tekrar yazarak çözülebilirdi. Asıl sıkıntı hakemin benim C.V.'m hakkında yazdıkları. Bayağı gömmüş beni. "Diğer adaylara göre daha az makalesi var, trendlerle alakalı makalesi var, gazetelere falan çıkmış ama atıf sayısı düşük." Haydaaaaaaa. :)) Sahte atıf satın alıp atıf kasayım bari.
Evet C.V.'m çok iyi değildi, başvuruyu yaptığımda kağıt üzerinde sadece bir konferans makalem vardı. Bursu alıp Harvard'a giden arkadaşım yardırmıştı. Amerika'da mastır üzerine EPFL'de doktora üzerine EPFL'de postdoc yapmış, bir sürü makale yazmıştı. Öte yandan şöyle bir durum var: arkadaşım İsviçre burs vermese de Harvard'a gidebilirdi zaten. Benim bursa başvurmamın nedeni mevcut C.V.'mle kendim postdoca gidemem. Gidebilsem niye proje yazmakla uğraşayım? C.V.'m iyi olsa zaten postdoca gitmem, gider hoca olurum. Postdoc yapma isteme sebebim C.V. kasmak. Yani bursu gerçekten hak eden kişi değilim ama bursa gerçekten ihtiyacı olan kişiyim. Gel de anlat bunu.
Proje tasarısını gözden geçirir iki ay sonra ağustosta tekrar gönderebilirdim ama ağustosta daha iyi bir C.V.'m olmayacaktı. Zamana ihtiyacım vardı.
Bir umut, Oxford'daki hocaya yazdım, "Hocam ben bursu alamadım sizin kendi bursunuz var mı?", "Tebrikler azimli, bir araya getirdiğin proje tasarısıyla gurur duymalısın, umarım yollarımız ileride kesişir." diye cevap attı. Allah versin dedi yani.
Bu arada tezimi yazmaktayım ve tezimi savunacak jüriye ihtiyacım var. Sağa sola mail atıyorum. Mailleri genelde "Jürim olur musunuz?" diye başlayıp "Bu arada postdoc pozisyonu bakıyorum ben var mı sizde bütçe." diye bitiriyorum. Beni utanmaz arlanmaz birine çevirdiği için akademiye teşekkürler.
İnanılması güç ama bu işe yaradı ve Lozan Üniversitesi'nden bir hoca (EPFL değil, komşu üniversite, UNIL. Bilkent Hacettepe gibi düşünün) "Aaa ben de tam senin alanda çalışacak birilerini arıyordum gel takılalım." dedi. Dedim yuppiiiiiii. "Ama önce sana bütçe bulmam lazım, kesin geleceksen söyle bütçe aramaya başlayayım. Bir de sen Türk olduğundan bürokratik işlemler uzun sürecek hızlı hareket etmemiz lazım." dedi. Oxford yalan olunca yazdım "Ben burs alamadım, teklifiniz hala geçerli mi." "İsviçre Silahlı Kuvvetlerine soruyorum." dedi. Ne silahlı kuvvetlermiş. Dedim "Onlar beni çoktan reddetti :'(". "Hmm olur öyle tamam başka yerlere bakayım." dedi.
Hoca bütçe bakıyor ama benim de sürem doluyor. EPFL'de çalışma sınırı 6 yıl. Ben ise doktorayı 5. senede bitiriyordum. Teorik olarak UNIL'e geçene kadar EPFL'de çalışabilirim. O yüzden dilenci gibi bizim hocanın kapısına gittim. "Hocam ben mal gibi ortada kaldım, napacağız şimdi, bana biraz daha zaman mı tanısanız." diye. Hoca güldü. "Bankada biraz param var evet." dedi. "Ama seni bir projeye evermemiz lazım." dedi. Çünkü labımdaki hiçbir projeye derman olmadan kendi kendime projeler yapıyordum. Tam bir bal yapmayan arıydım. Ben "Lozan Üniversitesi'ne geçene kadar kontrat uzatalım." demeye kalmadan bizim hoca "Senin kontratını bir sene daha uzatalım, bir senenin sonunda bakarız." dedi. Tam bir reis ya. Bir yıl uzatmanın anlamı 3 ay sonra yani Aralıktan itibaren EPFL'de postdoc olup postdoc maaşı almak demek. İşsiz kaldım vah başıma gelenler derken bir anda hayat standardlarım acayip arttı. "Sen de bu bir sene içinde C.V. kasmaya bakarsın olmazsa Google'a falan girersin." dedi. "UNIL'deki hocayla böyle böyle konuştum onunla işbirliği yapayım mı." dedim olur dedi.
Yani bir sene EPFL'de postdoc, sonra UNIL'de postdoc yapıp İsviçre Bilim Kurulu'nun bursuna tekrar başvurup Oxford'u zorlayacaktım. Güzel plandı. UNIL'deki hocaya yazdım böyle böyle. EPFL'de devam ederken boş zamanlarımda da sizin öğrencinize (hocanın sadece bir öğrencisi var) süpervizörlük yapabilirim dedim. Tamam dedi. Gittim UNIL'e buluşup proje konuştum. Hoca öğrenciye proje vermiş zaten, Youtube üzerine. Beyin fırtınası yaptık. Sonra öğrenciyle bir yemek yedim. Öğrenci dediğim, EPFL mastır mezunu benim yaşlarımda Fransız bir kız. Yani anlayacağınız zehir gibi. Dedim tamam çalışırız beraber, eğlenceli de olur.
*
Bu arada ben retweet botları üzerine olan makalemi sunmak için Amerika'ya gidecektim, vize başvurusu yaptım. Ama başvuru yaparken hata yapmışım, kendimi İsviçre'de oturmuyor olarak göstermişim. Büyükelçilik de gitmiş başvurumu iptal etmiş "git başka tarih al çok yoğunuz" demiş. İtiraz ettim ama sallamadılar. Süpergüçler ne de olsa. Söverek yeni tarih aldım ama yeni tarih konferanstan sonra. Hayda. Hem konferans yalan oldu hem de sebepsiz yere vizeye başvurmuş oldum. Yine hocaya gidip dilencilik yaptım. Amerika'daki konferans yerine davetli olduğum ama tarihleri çakıştığı için gidemediğim Cenova'daki bir sibergüvenlik konferansa gittim. Bir de üzerine "Hocam buna gidemedim, bari başka veri bilimi konferansına gideyim." diyip Barcelona'daki bir veri bilimi konferansına gittim. Bu konferanslar da bayağı eğlenceliydi, başka bir yazıda anlatırım.
Amerika'ya gitmemi gerekçelendirmek için dandik bir konferansa makale gönderecektim. Makaleyi yetiştirdim ama çok güzel olduğu için "Ben bunu daha iyi bir yere gönderirim." diyip o konferansa sadece bir konuşma gönderdim. Sonra konferansın başkanına mektup yazdım bana davet mektubu yollar mısınız diye. Sonra o davet mektubuyla Bern'deki Amerikan büyükelçiliğine gittim "konferansa gideceğim ben diye." Davet mektubuna falan bakmadılar. Aslında hiçbir şeye bakmadılar. Kaç senedir İsviçre'desin dediler 5 dedim, bu yeterli oldu. Vizen onaylandı dediler. Döndüm Lozan'a.
Akşam mail geldi "Bugün bir konsolosluk çalışanı sizin vizeyi onaylamış. Ama biz onay vermekten vazgeçtik, sizin dosyayı daha detaylı inceleyeceğiz. İki ay sürebilir. Yarın pasaportunuzu gidip Bern'den alın." Haydaaa. Hay Mcdonalds'ın... Yine bir ton sövüp bir daha asla bu ülkeye gitmeyeceğim üzerine boş yeminler ettikten sonra gittim Bern'e pasaportumu geri aldım.
Gönderdikleri mailde ekstradan aile üyelerimin isimleri doğum tarihleri nerede çalıştığı ve gezdiğim ülkeleri falan soruyorlardı. Gezdiğim ülkeleri yazmak epey uzun sürdü. Muhtemelen İran, Küba, Somali tarzı bir şey beklediler ama zaten bu muhabbetin geçeceğini önceden bildiğimden gitmemiştim böyle yerlere.
*
Bütün bu gereksiz Amerika macerasını niye anlattım? Büyükelçiliğin yan çizmesinden bir hafta önce kadar bana Indiana'daki hocadan bir mail geldi. Hani şu bir ay önce postdoc pozisyonuna başvurduğum, sonra da saçmasapan mailleşip çetleştiğim hoca.
"Selamın hello Azimli. Senin postdoc başvurundan çok etkilendik." (Öyle mi? Etkileyecek ne yazmışım o kadar ya?) "Hala ilgileniyorsan görüşelim bi." İlgilendiğim yoktu ama sırf muhabbeti merak ettiğim için ve hayatıma biraz daha heyecan gelsin diye (zaten heyecanlıydı da yetmiyordu bi türlü) evet dedim. Bir vakit belirledik, vakit geldi, zoom odasına girdim.
Beni bir topluluk karşıladı, labın iki hocası, bir executive direktörü (bu hocanın işi ne tam anlamadım), sekreteri vs. cümbür cemaat gelmişler. Bayağı ciddi bir ortam aslında. Ama blogta daha önce de yazdığım gibi akademik ortamlarda mülakatlar muhabbet gibi olur çünkü medeniyet bunu gerektirir.
Büyükelçiliğin yan çizmesinin ertesi günü, hocalar okulun bulunduğu Bloomington şehrini övüyor. Çok güzel bir "college town" imiş doğası süpermiş. Pek umrumda değil maalesef nasolsa gidemeyeceğim :/ İstersem geçici olarak Los Angeles'taki USC üniversitesine de gidebilirmişim. Bak bu eğlenceli olabilir.
Projeyi anlatıyorlar. Amerikan ordusuna bağlı bir kurumdan bütçe almışlar yurtdışındaki bilgi operasyonlarını analiz etmek üzerine. Bilgi operasyonu dediğim atıyorum Rusya devleti Ukrayna'da yalan haber yayıyor, kamuoyunu yanıltıyor. Bu. Amerika'yı analiz etmeyecekmişiz içişlere karışıyor gibi gözükmemek için. Bunu sevdim. Türkiye'de de seçimler yaklaşıyor, belki Türkiye analizi yaparız. Bütçe bir seneliğine, ama üçe kadar uzatılabilir. Yani üç seneye kadar postdoc yapabilirim. Zaten yeter bu. Bir de bu projede çalışmak üzere alınan bir doktora öğrencisi daha varmış, o da Sabancı'dan geliyormuş. Güzel haber.
Benim başka görevim de labı koordine etmek, üyelerin hal hatrını sormak, rapor vs. yazmak. Bunu nasıl ve ne derece yapacağımı henüz bilmiyorum. Aslında postdoc olmanın güzel ve sıkıntılı tarafı da bu. Araştırmacıyım yani "coder"'ım ama supervizörüm de yani raporcuyum. Hangisini ne derece yapacağım bilmiyorum.
Çalışmalarımdan bahsetmemi istediler. C.V.'mi açıp anlatmaya başladım. Zaten benim çalışmalarımın farkındalar. Ben şunu bunu yaptım diyorum hoca da "aynen biz de bunu bunu gözlemledik." diye üzerine koyuyor ve Tinder'daymış gibi eşleşiyoruz. Karşında seninle aynı konuda çalışan biriyle muhabbet etmek keyifli bir olay. Twitter Türkiye'deki fake trendlerden yani botların tweet atıp silerek trend oluşturmasından bahsettim mesela. Hoca dedi "Biz de tam Twitter'da tweet silerek manipülasyon yapma üzerine makale yazdık." dedi. Ben de dedim "Aynen ben de onu yazacaktım ama siz önce yazdınız." dedim. Dedi "Ooops. Great minds think alike." ssfasdfsdf troll reis.
Başka bir sürü soru sordular ama işi almak üzerine herhangi bir çabam olmadığı için ve mülakata da hiç çalışmadığım için gelişigüzel cevaplıyorum. Normalde mülakata giren kişinin patronun duymak isteyeceği şeyleri söylemesi lazım. Ben içimden ne gelirse. Hoca soruyor "Biz böyle lab olarak topluca yazılım yapıyoruz, Github'ta yaptıklarımızı birbirimize gönderiyoruz vs. Senin böyle bir tecrüben yok mu?" Var ama lafını edecek kadar değil. Mastır öğrencilerimle projeler yaptım, onlar githubta paylaştılar ben de onların danışmanlığını yaptım vs. ama onun dışında pek tecrübem yok ben yalnız kurttum. Öğrenirsin nasolsa falan diyorlar ne diyecekler.
En enteresanı ise retweet botları üzerine ettiğimiz kavga üzerine hiç laf etmediler. Olmamış gibi davrandılar. Tüm bunların benden intikam almak için yapılan bir plan olduğu üzerine saçma sapan bir komplo teorisi olduğuna inanasım geliyor :P Şaka bir yana, bu hocaların ne kadar profesyonel ve kişisel meselelerini işine karıştırmayan medeni insanlar olduğunu gösteriyor bence.
Bir de - beş senelik yurt dışı tecrübesinden sonra bunu hala söylüyor olmam abes ama - adamların İngilizcesini çok iyi anlıyorum. Sıkmayan tonda ve hızda, gayet yalın konuşuyorlar. EPFL'deki hocamı da UZH'ta beraber çalışacağım hocayı da anlayamadığım zamanlar oluyordu.
İçlerinden biri biraz zorlayıcı (kıltüy) sorular soruyor. Alet edevat çantanda neler var istatistiksel analiz üzerine ne biliyorsun diye sordu. Ne anlatayım abi şimdi durup dururken. Önceki paperımda kullandığım tüm istatistik konularını özetledim. Genel olarak statistics for dummies'den öğrendiğim şeyler, t-test kullanılır z-test kullanılır sample size bilmemne. Yeterli geldi mi bilmiyorum. Yine soru geldi "Son zamanlarda okuduğun bir makaleyi anlatır mısın?". Bu kadar açık uçlu sormak zorunda mısın birader. Düşündüm. Aklıma hiç makale gelmedi. "Tez yazmakta olduğum için çok makale okudum seçmek zor." falan dedim ama tam tersi geçerli. Tez yazmakta olduğum içi makalelerin özetini okuyup geçiyorum. Başından sonuna kadar okuduğum makale yok. Patron olan hoca durumu kurtarmak için "Aklına gelen herhangi bir makaleyi anlat." dedi. Yine aklıma hiçbir şey gelmedi. Mülakatı yapan ben olsaydım "Yav ne kadar boş adam." diye düşünürdüm sdfsdfsdf. Aklıma information laundering konseptini anlatan siyaset bilimi makalesi geldi ama onu da adamakıllı okumamıştım, sadece konsepti okuyup geçmiştim. Anlattım konsepti. Adamakıllı makale sunumu yapabilseydim adamlar o makale aslında soru sorar, benim ne kadar eleştirel düşünebildiğimi ölçerlerdi. Ama ben hiç makale sunumu yapamadığım için tek yapabildikleri düşünüp düşünemediğimi ölçmeleri oldu. Boolean sonuç buldular düşünemedi diye. Mülakattan çıktıktan sonra aklıma geldi, keşke doktora adaylık sınavında çalıştığım makaleleri anlatsaydım.
Hocalardan biri bir yorum yaptı "Çalıştığımız konu hakkında tutkulusun, bu bizim çok önemli." Sonra asıl önemli konuya geldi: ne zaman başlayacağım. Sanki başlayacakmış gibi muhabbetini yaptım. Dedim martta başlarsam en azından şubatta İsviçre Bilim Kurulu bursuna başvururum (Kafa Oxford'da kaldı.). Onlar da "Bizim bütçemiz var zaten, sıkıntı bütçeyi kullanabileceğimiz adam bulamıyoruz. Bir an önce başlamalısın. Ekim olmaz mı?" dediler. Hayda. "Ekim çok acele olur ya. Teorik olarak en erken Kasım olabilir." dedim ama Kasım da çok erken.
Biz sizi kısa zaman içinde arayacağız dediler ve mülakattan çıktım. Kötü geçti vs. dedim arkadaşıma. "Boşver adamlar EPFL mezununu rüyalarında görürler." dedi. Gururumu okşadı. :P
*
Kısa zaman geçti, 10 gün oldu, ben interrail planı çizmekteyim. Mail geldi biz sana teklif göndermeye karar verdik. Bürokratik işlemler bitince sana yazılı olarak ileteceğiz. Peki dedim. Bir 10 gün daha. Bu arada ben interraildeyim geziyorum. Hatta ayağım sakatlandığı için gezemiyorum kıvranıyorum. Bir mail daha. Bürokratik işlemler bitmemiş ama bana taslak bi teklif yollamışlar. Maaş falan vs. yazıyor. İngiltere tarafından hayal kırıklığına uğratıldıktan sonra hiç beklentim yoktu. Maaşı görünce neden herkesin bilim aşkıyla Amerika'ya gittiğini anladım. O zaman teklifi ciddi ciddi düşünmeye başladım.
Plan neydi? İsviçre'de bekleyip aynı hayatı yaşamaya devam edip daha iyi bir postdoca gitmeye çalışmak. Burada yapacağım neydi? Farklı bir ülkede postdoc deneyimlerken yine daha iyi bir postdoc veya profesörlük kovalamak. İsviçre'de rahatım yerindeydi ama burada da fena olmayacaktı. Ayrıca yeni bir yerde yaşayacak olmak heyecan veriyordu.
Bu arada ayağımın ağrısı geçti ve Danimarka'ya geldim, denizkızı heykeli fotoğrafı falan çekiyorum. Danimarka'da işe başvurduğum konferansın başkanı olan hocaya yazmıştım "Hocam üniversitenizde sunum yapabilir miyim?" diye. Sunumun amacı doktora savunması pratiği yapmak aslında. Hoca cevap verdi "Herkes tatilde ama istersen gel görüşelim sana okulu göstereyim." Peki dedim. Gittim okula. Okul çok güzel. Danimarka kanallı bir yer, okulu da kanallı yapmışlar bayıldım. Hocayla bi kahve içtik.
Konferans başkanı benim Indiana'daki hocayla konuşmamızı modere ediyor demiştim. Meğer Indiana'daki hoca Kopenhag'taki hocanın danışmanıymış meğerse. "Oradan teklif aldıysan çok iyi, orası hakkında sadece iyi şeyler söyleyebilirim." dedi açık açık. Kendi grubunu anlattı. Grubu yokmuş. Okul yeni, kendisi de yeniymiş. İki doktora alacakmış bir de ikisini koordine edecek bir postdoc. Ama bürokratik işler uzun sürüyormuş başlarsam şubatta falan başlarmışım. (Amerika'dakiler bi 4 ay kadar daha hızlı.) Adam bayağı kuğul bir adamdı bu arada stil sahibi metalci genç görünümlü beraber takılması eğlenceli bir adam. İtalyan zaten, sıcak bir insan. Projesi de epey eğlenceliydi. Tamamen uzmanlık alanım üzerine değildi ama bunu avantaja çevirebilirdim yeni bir uzmanlık edinerek. El sıkıştık ayrıldık.
Artık Indiana bana gayet mantıklı bir karar gibi gözükmeye başlamıştı. Başkalarının da fikrini alıp öyle karar verecektim. Hocama sordum. "EPFL'de bekleyeyim mi yoksa buraya gideyim mi?" "Bence beklemek iyi bir plan değil." dedi. Postdoc'um da "Gitmeye can atıyor musun?" dedi. Başka bir arkadaşım "Okul çok bilinmiş değil ama lab iyi dedi." EPFL'den bir hoca da "Bence postdocu ev sahibi üniversitenin bütçesiyle yaparsan daha iyi bir deneyim elde edersin çünkü sana yatırım yapıyorlar ve karşılığını almak için çaba sarf edecekler." Bu sözler belirleyici oldu. Çünkü kendi bütçemle başka üniversiteye gitsem sallamayabilirler de. Indiana'da üç tane hoca var hepsi bir an önce gel diye baskı yapıyor.
Gitmeye karar verdim. İsviçre defterini kapıyorum. Evimden çıkıyorum. Projeleri bırakıyorum. Keşke bir senem daha olsaydı da kalan projelerimi halledip öyle gitseydim ama mümkün değil. Indiana'daki hocalara yazdım geliyorum ben diye. Sevindiler. Onlar da sıkılmıştır zaten postdoc aramaktan. Bi nefes almışlardır.
EPFL'deki kontratım kasım sonu bitiyordu. Aralıkta Indiana'da başlamak üzere kontratı imzaladım. Hayırlı uğurlu.
*
Fakat asıl bölüm sonu canavarı şimdi geliyor. Şimdi zarzor 10 yıllık Amerikan vizesi aldıktan sonra hiç Amerika'ya gitmeden konsolosluktakilere neden tekrar vizeye başvurduğumu açıklamam gerek. Tekrar vize başvurusu yazıp, 160$ bayılıp soyulduktan sonra sistemdeki bir takım soruları cevapladım ve "Vize mülakatına gelmenize gerek yok başvuru belgelerini gönderin yeter." yazısı çıktı dedim oh sonunda, vize kuyruğunda bebek ağlaması dinlememe gerek kalmayacak. Ama içinde kötü bir his var. Belgeleri gönderdim. Ertesi gün mail "Biz sizin mülakata gelmeniz gerektiğine karar verdik." İçimde daha büyük bir his var. Bu yazıyı yazdım ama mülakata gittikten sonra yayınlamaya karar verdim.
Sonuç: İki gün önce mülakata gittim. "Nereye gideceksiniz?" "Indiana" "Aaa ben de gitmiştim." "Ok" "Daha önce turist vizesi almıştınız değil mi?" "Evet" "Indiana'da ne yapacaksınız?" "Postdoc" "Buyrun yeşil kağıt. Washington'dan haber gelecek."
Yeşil kağıtta vizemin reddedildiği ve beklemem gerektiği yazıyor.
*
Bu uzun yazının özeti bölüm sonu canavarını geçebilirsem iki ay sonra Postdoc Güncesi ile karşınızdayım. Yoksa EPFL'den devam :)
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!
Bundan sonraki yazılardan haberdar olmak için şuradaki formu doldurabilirsiniz:
Veya sosyal medya:
Instagram: https://www.instagram.com/azimliyazar
Twitter: https://twitter.com/azimli_yazar
1 Yorumlar
Yenisini bekliyoruz hocam.
YanıtlaSil